Ana içeriğe atla

True Detective


Sekiz bölümden oluşan ilk sezonuyla geçen yılın en iyi işlerinden bir tanesi olan “True Detective” ilk sezonu yayınlanırken bile ikinci sezonu hakkında konuşulmaya başlanmıştı. Nic Pizzolato dizinin yaratıcısı, yapımcısı ve aynı zamanda yazarı olarak karşımıza çıkıyor. Her sezonunda bambaşka bir dedektiflik hikayesi anlatan seri adeta “sekiz saatlik” bir film niteliğinde. İlk sezonu Amerikan taşrasında bulunan bir kızın cesediyle başlarken cinayetin çözümünün yanında dedektiflerin birbiri ve çevreleri ile olan ilişkilerine toplumun yapısına ve ahlaki değerlerine odaklanıyordu. Ana akım polisiyelerin aksine Coen’lerin Fargo’su ya da David Lynch’in sıradışı polisiyesi “Twin Peaks”ten izlere rastlamak mümkündü. Tabiki bu saydığımız polisiyelerin absürtlüğünün yerinde ise True Detective’te sert bir ciddiyet mevcut. Nietzschevari bir nihilistliğe meyletmiş, adeta “zerdüşt” gibi ortalıkta gezinen felsefi tiradları dilinden eksik olmayan bir karakter olan Cohle ile bir dediği bir dediğini tutmayan tam bir sistem adamı olan Hart arasında gerilimli, aynı zaman da uyumlu bir ortaklık kurulmuştu.
İkinci sezon başlamadan önce ilk sezonun iki usta oyuncusu Woody Harrelson ve Matthew McConaughey’ın muhteşem performanslarının yerini alacak oyuncuların kimler olacağı uzunca süre merak konusuydu. İkinci sezonda oyuncu kadrosundan jeneriğine kadar herşeyiyle konuşulan bir iş olarak başladı ve bitti. İkinci sezonda tıpkı ilk sezon gibi bir cesedin bulunmasıyla birlikte tam anlamıyla başlıyor. Klasik bir neo-noir’den bekleneceği üzere suç, gündelik hayatın bir parçası haline gelmiştir. Polanski’nin Chinatown’un da olduğu gibi Bürokrasinin en tepesi en alt kademesine kadar bir virüsten farksız şekilde yozlaşmıştır. Cinayeti kimin işlediğinden çok artık işin içine hangi devlet görevlisi dahil olmuş, hangi kanun adamı pisliğin içerisine batmış soruları sezon boyunca peşinizi bırakmıyor.
İkinci sezon feminist tonuyla da dikkatleri üzerine çekiyor. Bezzerides adeta pimi çekilmiş bir bomba gibi erkeklerin dünyasını yerle bir etmek için bırakılmış. Erkeklik miti diyebileceğimiz dedektiflik ve suça bulandığı bu neo-noir evren ilk sezondan bildiğimiz bir ciddiyetle Bezzerides’in yıkmaya çalıştığı bir alana dönüşüyor. Dizinin üç erkek karakteri Frank, Woodrugh ve Velcoro arasında kuracağımız analoji ile dizinin erkeklik hakkında bir şeyler söylemeye çalıştığını da söyleyebiliriz.
Erkeklik hakkında konuşmalıyız;
Frank eski parlak günleri geride kalmış bir gangster. Parlak günlerini tekrar kazanma hırsı dizinin sonuna kadar peşini bırakmıyor. Eşi ile uzun süreli birliktelikleri var fakat çocukları olmuyor.
Velcoro ise suça batmış bir polis memuru. Her türlü kirli iş içerisinde ismi dönüyor. Frank içinde çalışıyor. Karısına tecavüz eden adamı öldürdüğü iddiaları mevcut. Karısının kendisinden mi yoksa tecavüzcüsünden mi olduğuna dair şüpheleri olan bir oğlu var.
Woodrugh ise yine bir polis memuru. Motosikletiyle devriye gezerken bir kadını taciz ettiği iddiasıyla sarsılıyor. Eski asker ve cinsel kimliğini kabul etmeyen bir eşcinsel. Kız arkadaşıyla çeşitli uyarıcılarla ilişkiye girebiliyor. Ve kız arkadaşı hamile.
İşte bu üç erkek karakter bir taraftan olayları çözmeye çalışırken diğer taraftan temel erkeklik görevleri altında (baba olma, aileyi korumak, erekte olmak) ezilip duruyorlar. Hatta sonlarını bile getiriyor diyebiliriz.
Çok iyi yapılmış bir dizi olmakla birlikte her sezonunda “8” saatlik filme dönüşen yapım; farklı temaları, farklı cinayetlerle, farklı ve çok iyi oyuncularla sentezleyip her yıl merakla bekleyeceğimiz bir iş olmaya devam edecek gibi gözüküyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas