Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

2008'de En Sevdiğim "On" Film

1 - 4 Monts, 3 Weeks and 2 Days ( 4 ay 3 hafta ve gün) : Cannes film festivalinde en iyi film ödülünü de alan yapım aynı zamanda geçen yılın en dikkat çekici yapımlardan bir tanesiydi. 80'ler Romanyasın'da geçen film Cristian Mungiu'nun yarattığı atmosferle izleyiciyi yer yer germeyi başarmıştı. Filmin sonuna doğru Otilla'yı ve izleyiciyi yemek masasına hapseden Mungiu; izleyicisine gayet acımasız davranıyordu. 2 - There Will Be Blood ( Kan Dökülecek ) : Yeni nesil Amerikan sinemacıları arasında ayrı bir yeri olan PTA'nın (Paul Thomas Andersson'un) kapitalizm ve din sentezi son filmin de ayrıntılarla dolu bir iş ortaya koymuştu. İki şeytani karakteriyle izleyici sürekli taciz eden PTA, filmin finalinde izleyicisini yere sermeyi de başarıyordu. 3 - The Dark Knight ( Kara Şövalye) : Çektiği tüm filmlerinde film-noir sularında gezen, Christopher Nolan, Tim Burton'dan hatırladığımız Gotik Batman'i ters yüz ederek noir sularına çekmişti. Yönetmen The Dark Kni

My Bloody Valentine 3D

Nereden başlanır, neresinden tutulur bu filmin diye düşünüyorum? Tutulacak tek şey isminde yazıyor zaten "3D". Kötü oyunculuklar, kötü senaryo, kötü bir teen-slasher ve istediğimiz kadar kötü ..... yazabiliriz. Filmin en cazip kısımı üç boyutlu olması. Tabi daha önce üç boyutlu bir tecrübe yaşamadıysanız daha da eğlenceli, üç boyut adına iyi sahneler var( ağaç kütüğünün, silah namlusunun izleyicinin burnuna kadar gelmesi, kazmanın izleyiciye doğru atılması gibi) Fakat; filmin üç boyutlu çekilmesi bazen dezanavantaja dönüşmüş. Yapımcı ve yönetmen izleyiciye üç boyutlu hissiyatını yaşatabilmek için, sürekli izleyiciye izlediğinin üç boyutlu bir tecrübe olduğunu hatırlatan tek düze çekimlere mahkum etmişler filmi ve bu sahneler yer yer germekten ziyade güldürüyor. Bu sahnelerin geleceğini artık izleyici bile tahmin edebiliyor. Film hikaye anlatma derdini bırakıp 3D şov yapmaya çalışıyor. Sanki film üzerine çalışılmamışta sadece izleyiciye nasıl 3D şov yaparız diye çalışılmış. Bu

Buffy The Vampire Slayer

80 döneminde doğan ve çocukluk, yetişkinlik dizi-çizgi filmlerini TRT'den takip edenler hatırlar; Mutlak İyinin-Mutlak Kötüye karşı verdiği savaşımı anlatan Amerikan dizilerini; A Takımı, Kara Şimşek, Ziyaretçiler, Görevimiz Tehlike ve niceleri... Şuan yaşadığımız dönemde ve şuan yaşadığımız TV dizisi çılğınlığı döneminin en önemli özelliği herhangi bir dizide izleyeceğiniz herhangi bir ana yada yan karakterlerin hiçbir şekilde Mutlak İyi ya da Mutlak Kötü olmaması. Genellikle yanar döner, haklı eylemlere imza atıp bir sonraki eylemlerin de kötülüğe hizmet eden karakterleri... Bu sürece girişin en önemli iki geçişi Buffy The Vampire Slayer ve Angel olarak niteleyebiliriz. Bir büyüme hikayesi olan Buffy ve ergenlik sorunlarına bakınan Angel'daki karakter değişimleri iyi ve kötünün iç-içe geçmesi bizi bu döneme getireceğini elde el feneriyle sanki göstermeye çalışıyor. Her iki dizideki her bir karakterin en masum halinden - en acımasız halini görmemiz belki hayatın bu dengeyi kur

Vozvrashcheniye

Freud'a göre genç erkeklerin isyan ettiği sonra kadınları elde etmek için babalarını öldürdüğü ilk insana ait cinayetler, uygarlığın kuruluşu olduğunu iddia eder. Babanın öldürülmesi ile duyulan büyük suçluluk duygusu kurban etme ve totem yaratma sayesinde, kontrol altına alınır ve sosyal ilişkiler mümkün kılınır.(Totem ve Tabu). Ivan ve Andrey babasız büyümüş iki kardeştir. Bir akşam eve geldiklerinde hiç görmedikleri babalarını yemek masasında görürler. Daha önce fotoğraflarda gördükleri bir ikon olan baba figürü artık karşılarındadır. Bu karşılaşma tam da kardeşlerin ergenlik dönemlerindedir. Annelerinin de isteğiyle iki çocuğunu yanına alıp bir tatile çıkar. Babalarının sorgulamarı, askeri bir eğitimmiş gibi sert bir talimden geçmeleri sonradan kavuştukları babalarında büyük bir sorgulamaya neden olur. Gittikleri adada; -Baba, senden nefret ediyorum. repliğiyle başlayan gerilimin son demleri, adada bulunan kuledeki(fallus) hesaplaşmayla son bulur. Baba kuleden aşağıya düşerek ö

CHE : Part One

Hem seyirci, hemde yönetmen/yapımcı açısından sinemada en zor şeylerden bir tanesidir heralde tarihteki önemli portrelerin biyografilerini anlatan yapımlar. Yapımcı/yönetmen açısından zordur, çünkü; kişiye ya da olaya objektif şekilde yaklaşmalı ve subjektif değerlendirmeler filmden arındırılmalıdır. İzleyici için zordur çünkü; kafasında oluşturduğunu perdede de görmek ister. CHE : Part One'ı izlemeden önce bir ön araştırma yapsanız, Steven Soderberg imzalı bir Amerikan filmi olarak kötümser yaklaşabilirsiniz. Fakat usta yönetmen iyi bir biyografi filmi çekmek için elinden gelen en iyi işi çıkarmış, çoğumuzun gözünde bir mit olan bazı değerlerin sembolü olan CHE'yi herhangi bir Amerikan filminin içerisinde olabilecek karalamaların yahut sempatizan bir şekilde yaklaşıp yaşamamış bir masal karakteri gibi göstermek tuzağına düşmemiş. Kurgusuyla ve Benicio Del Toro'nun mükemmel performansıyla iyi bir film ortaya çıkmış.

Burn After Reading

CIA'deki işinden atıldıktan sonra anılarını kitap haline getirmek isteyen Osbourne Cox daha kitap basılmadan notlarını kaydettiği CD'yi bir spor salonunda kaybetmesinden daha kötü olan CD'yi bulanların CD'nin içeriğini gizli dosyalar sanması ve bunu bir şantaj malzemesi olarak kullanması olsa gerek. Bundan sonraki noktada birbiriyle bir şekilde bağlantılı karakterlere CIA ve Rus büyükelçiliğide katılır ve olay tamamıyla bir kara film ve komplo paradosine dönüşür. Coenlerin karakter yaratmada ki başarılarının bir ölçütü sayabileceğimiz film geçen yılki başyapıtları "No Country for Old Men" kadar başarılı olmasa da eğlenceli bir seyirlik vaat ediyor.