Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nisan, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Sis ve Gece

Sinemamız da pek rastlamadığımız roman uyarlamalarının, ve yine sinemamız da pek rastlamadığımız polisiye temanın kesiştiği yer de duruyor Turgut Yasalar'ın filmi "Sis ve Gece". Ahmet Ümit'in romanından uyarlanan filmi, kitabı okumadığım için herhangi bir kıyaslama yaparak izleyemedim. Fakat; film iyi oyuncular ve oyunculuklarını barındıran, yönetimi açısından ufak kurgu oyunları dışında sinematografik anlamda vasat, müzikleri ise rezalet bir seyirlik vaat ediyor. Bunca olumsuz şeye rağmen film gücünü romanın kurmacasından ve güçlü oyuncularından alıyor olsa gerek...

Tatil Kitabı

Okulların yaz tatiline girmesinden önce dağıtılan ve öğretmenin yazın aylaklık etmeyin kitabınıza bakın -öğrenin- nasihatıyla birlikte açılan ve Ali'nin "Tatil Kitabı'nı" kaybetmesiyle birlikte "hayat kitabında" başlayan yaz serüvenini belgesel bir üslüpla seyircisine aktaran Yönetmen Seyfi Teoman başarılı bir filme imza atmış. Filmin görsel ve işitsel teması(Özellikle anonslar) Ali'nin öğrenme sürecine göre ilerlerken, filmin sonunda Ali ve izleyici aynı soruyla baş başa bırakılıyor...

In The Mouth of Madness

Usta yönetmen Carpenter'in Apocalypse üçlemesinin son halkası olan In the Mouth Of Madness iyi bir korku filmi... Kanımca ustanın son dönemde çektiği orta metrajlı filmi "Cigarette Burns" 'ün birçok referansı da bu filmden aldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Cigarette Burns'de malum filmi ( La Fin Absolute Du Monde) izleme eylemi sırasında çıldıran insanları görmüştük. In the Mouth of Madness'ta ünlü bir korku yazarının romanlarının okunma eylemi sonrası çıldırma ve okuyarak ulaşılamayanlara ise izlettirilerek (İstesenizde, istemesenizde bir şekilde maruz kalma) ulaşım var. Bu ulaşım kanalları ise bizi doğrudan medya, iletişim ve tüketime götürüyor. Usta yönetmen medyanın ve popüler kültürün (Hollywood'un) yarattığı ikonların nasıl birer tanrıya dönüştüklerini ve bunun yol açtığı deformasyonun da insanlığın sonunu hazırladığına işaret ediyor. Lovecraft'ın romanına olan isim benzerliği ise tesadüf değil keza yönetmen Lovecraftvari yarattığı gotik atmos

Friday The 13th

Teen-Slasher denilince sayılabilecek başyapıtlardan bir tanesi "13. Cuma" olsa gerek. Hazır filmin yeniden çevrimi ya da eski filmden esinlenerek çekilen yeni 13. Cuma filmi vizyona girmişken bu eski başyapıtı, Jason'u yad etmekte fayda var. Günümüz korku filmlerinin en büyük sorunu filmin temellerini henüz atmadan izleyicisini sarsmaya çalışmasından kaynaklanıyor gibi, nereden bakarsak bakalım çoğu korku filmi filmin başlamasıyla birlikte sürekli kan akıtarak izleyicisini yakalamaya çalışıyor.Anlamsız şekilde sürekli kan akıtarak yürütülen bu yol ise filmin dramatik yapısına zarar veriyor. İzleyicinin karakterlerle bir bağlantı kurmasını zorlaştırıyor. Günümüz korku sinemasının sorduğu yanlış soru, doğru bir cevabın da bulunmasını olanaksız kılıyor. Friday The 13th'ü bir başyapıt mertebesine ulaşması ise doğru sorulara doğru cevaplar bulmuş olmasından kaynaklanıyor. Öncelikle iyi bir film çekme uğraşına girişmiş olan ekip( Oluşturduğu karakterleri, güçlü dramatik yap

The Wrestler

The Wrestler'in konusunu okuyunca ve Darren Aronofsky'nin ilk üç filmine kıyasla bu filmle ana akıma daha çok yaklaşacağını düşünmüştüm. Filmi izleyince de bu düşüncemi kısmen doğrular bir izlenim elde ettim. Aronofsky kendine has kurgu ve kamera tercihlerini yine kendine has dokunuşlarını barındırmış film de; fakat bu sefer daha ölçülü ve takibi daha kolay bir şekilde yapmış. Mickey Rourke ise gerçek hayatta ve kariyerinde yaşadığı sorunların bir çoğunu barındıran "Randy" karakteriyle bütünleşerek mükemmel bir performans ortaya koymuş. Hareketli geçen yıllardan sonra kalbi tekleyen Randy için güreşin artık ölümü anlamına gelmesiyle birlikte normal hayatını tekrar eline almaya çalışan Randy işlerin burada pek yolunda gitmemesiyle birlikte ringlere geri dönme yolunu seçiyor. Filmin dramatizasyona pek meyilli konusu hem Aronofsky'nin yönetimi hem de Mickey Rourke'un performansıyla engellenmiş. Randy'nin film boyunca peşini bırakmayan en yakın şekilde takip e

Superbad

Son dönemde çekilmiş başarılı komedi filmlerinin hepsinde bir şekilde "Judd Apatow'un" ismi yazılı .40 years old virgin, Knocked Up gibi filmlerin yönetmenliğini yaparken, Superbad, Forgetting Sarah Marshall gibi filmlerin ise yapımcılığını üstlenmekte. Superbad yönetmenliğini Greg Mottola'nın yaptığı son dönem başarılı komedi filmlerinin bir halkasını oluşturuyor. Filmin ekseninde asosyal üç genç ve onların bu durumu kırma çabaları komik bir şekilde ve maksimum eğlence ile yansıtılmış...

Transformers

Aslında başıma gelecekleri bildiğim için sürekli olarak seyrini ertelediğim büyük prodüksiyonlu çizgi roman ve çizgi film serisi Transformers'ın yönetmen koltuğunda büyük bütçeli filmlerin yönetmeni Michael Bay var. Çektiği diğer filmleri düşününce Transformers için biçilmiş kaftan olmuş Michael Bay. Popcorn filmlerini iyi bilen, seyirciyi eğlendirebilen ve efekt konusunda da oldukça iyi bir isim. Sinemaya uyarlanması yıllarca efekt konusunda belli bir zorluk taşıdığı için rafa kaldırılan yapım günümüz teknolojisinde o tozlu raflardan geri alınarak beyazperdeye uyarlanmış. Fakat filmin asıl sorunu da aslında efektlerle birlikte başlıyor. Efektlerin zorluğu nedeniyle çekilemez şeklinde oluşan düşünceleriniz; biranda efektler nedeniyle çekilmemeliye dönüşüyor.(-Hayır,efektleri gayet güzel ve yerinde- ) Fakat; film boyunca hem işitsel hem de görsel olarak maruz kaldığınız efekt bombardımanı, izleyicisini film bittiğinde oldukça yorgun bir halde bırakıyor...

The Reader

Bu tip dramların en önemli özelliği güçlü oyuncular ve oscarlık oyunları olsa gerek. The Reader'da en iyi kadın oyuncu dalında aldığı adaylığı ve ödülü düşününce bunu kanıtlayan doğrultuda bir eğilim gösteriyor. Stephen Daldry'nin diğer filmlerini düşününce "The Reader" biraz yavan kaçsa da; kurgusu, oyuncularıyla görülmeye değer bir film. İlk yarısında Michael Berg'in kendisinden iki kat daha büyük bir kadına (Hanna Schimtz) ilgi duymasıyla başlayan ve bu yasak ilişkinin ekseninde ilerleyen film; Hanna'nın ortalıktan kaybolması ve sekiz yıl sonra savaş suçları mahkemesinde gözükmesiyle birlikte film eksenini Nazi hükümetiyle olan hesaplaşmaya dönderiyor.

Okuribito

Ölüm bir uvertürdür... İnsanın -ben- olmasındaki en önemli etkiler kuşkusuz çocuklukta cereyan etmekte. Hayatı anlamanın ilk aşamaları olan bu dönem içerdiği bir çok karmaşayla da ruh sağlığımızı hayatımızın tüm aşamasında tetiklemekte. Bu açılımlar ise hiç şüphe götürmez bir gerçekki sinemada fazlasıyla kullanılıyor. -Memleket- bu kişilik gelişimi evresinde sadece mekan görevi gördüğü düşünülürken, bu dönemin bir arketipi olarak mekan olmaktan öte yüzleşilmesi gerekilen bir şeydir. Çünkü bu "mekan" kişilik gelişiminin en önemli basamaklarının gerçekleştiği yerdir. Bu mekan "bilinç altının", dış çevrenin oluşturduğu "kolektif bilinç altının" oluştuğu yerdir. Buradan hareketle -Memleket-le yüzleşme aslında kendinle yüzleşmektir. Daigo büyükanne ve büyükbabasını küçük yaşta kaybetmiş,annesinin cenazesine yetişememiş, babası tarafından terk edilmiş, bir orkestrada viyolonsel çalan bir karakterdir. Orkestranın dağılmasıyla birlikte karısınıda alarak memleketin

Rock'n Rolla

Lock Stock Two Smoking Barrels, Snatch, Revolver gibi başyapıtlar ve arada birde Swept Away gibi Madonna faciasından sonra şimdide Rock'n Rolla ile Guy Ritchie yine bildiğimiz formatında. Londra'da emlak pazarını elinde bulunduran gangster Lenny Cole, ve oğlu keş rock yıldızı Toby Kebell ve Ritchie tarzındaki diğer karakterleriyle karmaşa, çatışma, gangsterler, seks ve tabiki Rock'n Roll üzerine bir film Rock'n Rolla...

8 Femmes

Sekiz kadını sekiz farklı çiçekle temsil eden jenerigiyle başlayan, abartılı oyunculukları, tiyatro sahnesini andıran dekoru, Burjuva Ahlakına yaptığı taşlamalarla eğlenceli bir Ozon Klasiği... "8 Femmes"

Martyrs

Martyrs Son zamanlarda dalga dalga büyüyen Fransız Korku Sineması'nın son halkasını oluşturuyor.Sürpriz finaline doğru giderken, seyircisinin merakını temposunu hiç düşürmeden ilerleyerek elinde tutan film, sona doğru yaptığı açılımla çok fazla tatmin etmesede eğreti bir şekilde bitmiyor. Yönetmen Pascal Laugier yaptığı psikolojik,felsefik açılımlarla ve oyuncuların yönetimiyle adını bir kenarlara not etmemize neden oluyor...

The Lives of Others

Berlin duvarı yıkılmadan önceki dönemde Doğu Almanya'da geçen ve sistem meyilinde oyunlar üreten ünlü bir oyun yazarı olan -Georg Dreyman'ın - hikayesi ekseninde ilerliyor film. Bakanlık Dreayman'ın hareketlerini sürekli kontrol etmek ve açığını yakalamak istediği için evine çeşitli dinleme cihazları yerleştir ve görevli memur olarakta Gerd Wiesler atar. İlk başlarda herşey yolunda giderken Georg Dreyman'ın kız arkadaşının bakan tarafından taciz edilmesi ile Dreyman tarafını değiştirip Batı Almanya'da yayınlanan bir dergi için yönetimi kötüleyen bir yazı yazmasıyla Gerd Wiesler'de bir tarafa eğilim göstermek ve doğru birşeyler yapmak için çabalar. Film de Wiesler'in psikolojisindeki değişimler, olayların herhangi bir tarafa yönelmeden hümanist bir bakış açısıyla filmi anlatması, yönetmenin hanesine doğrudan yazılabilecek artı yönler.