Ana içeriğe atla

Sibir, Monamur




31. İstanbul Film Festivalinde de gösterilmiş olan Siberia Monamour, Rus yönetmen Slava Ross’un ilk filmi. Sibirya'da kış gelmek üzeredir ve ormanın iç kısımlarında yabani bir hayatın tam merkezinde Ivan ve torunu tek başına yaşamakta ve torun uzun süredir babasını beklemektedir. Oldukça büyük sıkıntılar yaşarayarak hayatlarını idame ettiren dede-toruna tek sahip çıkan köyde yaşayan akrabalarıdır. Fakat akrabaları bu yardım nedeniyle karısıyla sık sık bozuşmaktadır. Film ilk yolunu buradan açarken diğer yolunu ise iki askerin bir fahişe almak için köye doğru yol almaları üzerinden ilerletiyor. İlk yolunu dede-torun'un doğa da tanrı inancına dayalı yaşantısı üzerine yönelirken ,ikinci yolunu askerlerin arasındaki hiyerarşi oyunu üzerine odaklıyor. Yönetmenin en başarılı yaptığı şeylerden bi'tanesi kuşkusuz oldukça doğal yer yer belgesele yaklaşan yönetimi oluyor. Tabi doğa ortamında çekildiği için böylesi bir hissiyatın oluşması kaçınılmaz fakat filmin kapalı mekanlarında geçen bölümlerinde de aynı hissiyata kapılabiliyorsunuz. Film oldukça uzak bir coğrafyadan çıkmışta olsa kendi hayatınıza dair anlar yakalamanız oldukça yüksek.

Son tahlilde; Siberia, Monamour insanın inançlarının ister din odaklı ya da ulus odaklı olmasının ya da tamemen seküler bir insan olmasının çok önemli olmadığını çünkü insana doğru-yanlış kararları verdirebilecek yeğane şeyin "vicdanı" olabileceğini oldukça başarılı bir sinematografi ve görüntü yönetimiyle izleyicisine sunuyor.

Daha derin analiz etmek gerekir fakat ilk filmini çeken Rus yönetmenler yıkılmış bir rejimin yansımasını kayıp baba figürüyle filmlerinde yer edindiriyorlar. Yine Rus yönetmen "Andrey Zvyagintsev" 'in ilk filmi The Return'da beklenen bir baba figürü vardı ve "Slava Ross" ilk filmiyle beklenen bir baba figürüyle ilk filmini çekti ...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas