Ana içeriğe atla

Godzilla


 60. yılında 30. filmine kavuşan Godzilla yirmi sekizi Japonya, ikisi Amerika yapımı olarak farklı dönemlerde izleyiciyle buluştu. 1954 yılında ilk kez ortaya çıkan Godzilla, Japonya’nın yaşadığı nükleer felaketin yansıması olarak okundu.
60. yılın yeni Godzillası yine Japonların yakın dönemde yaşadıkları nükleer bir facianın (Fukuşima) sonrasında görücüye çıkıyor. Her filmiyle politik bir alt metin barındıran Godizlla’nın bu yeni versiyonunda Fukuşima’nın izlerini taşıyan, nükleer enerjiyi sorgulayan çevreci bir alegori izlemeyi umuyordum. Fakat bu yeni Godzilla politik olarak içi boşaltılmış sadece tasarım olarak ilk Godzilla’nın izinden gitmeye çalışan bir yapım olmuş. 
Godzilla’nın büyük bütçesi 2010 yılında düşük bütçeyle çektiği “Monsters” ile dikkatleri üzerine çeken Gareth Edwards’a emanet edilmişti. Yıldızlarla dolu oyuncu kadrosuyla birlikte ortaya nasıl bir iş çıkacağı vizyona girene kadar merak konusu oldu.
Japonya’da nükleer santralde bir felaket meydana gelir. Eşini bu kazada kaybeden Amerikalı bilim adamı bu felaketin bir deprem olmadığına inanır. Nükleer enerjiden beslenen Godzilla uyanmaktadır ve dünyanın büyük şehirlerine saldırmaya başlar.
Tipik, büyük bütçeli bir Amerikan yapımı olarak klişe bir aile dramından beslenen film oldukça geniş bir karakterler geçidi sunuyor. Fakat filmin en büyük sıkıntısı bu noktada başlıyor. Yönetmen Gareth’in karakterleri bir türlü derinleşemiyor. Eşini kaybeden bilim adamı ve oğlu arasında, oğul ve eşi arasında izleyici bir bağ kuramıyor. Filmin dramatik yapısı bu anlamda oldukça sorunlu, izleyicisini bir türlü bu üç boyutlu eğlenceye dâhil edemiyor. Diğer bir sıkıntı ise Japon bilim adamının işlevsizliği üzerine… Film boyunca anlamsızca şaşkın şaşkın ortalıkta geziniyor ve filmde yerini bir türlü bulamıyor.
Bu yeni uyarlamada başlarda esas düşman olarak resmedilen Godzilla filmin sonuna doğru kurtarıcı bir rol üstleniyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas