The Eight Mountains: Doğanın Mabedi, Babalığın Ağıdı
Giriş: Filmin Konusu
The Eight Mountains, iki çocukluk arkadaşı Pietro ve Bruno’nun hikâyesini anlatıyor. Pietro şehirde büyüyen, modern yaşamın içinde kaybolmuş bir gençtir; Bruno ise dağlarla çevrili bir köyde, doğayla bütünleşmiş bir hayat sürmektedir. Film, onların yıllar süren dostluğunu, babalarıyla olan karmaşık ilişkilerini ve doğayla kurdukları bağı izler. Zamanla bu dostluk, eksik baba figürleri ve doğayla mücadele üzerinden modern insanın varoluşsal sınavına dönüşür.
Doğa: Nostalji mi, Mücadele mi?
Film, doğayı iki farklı biçimde konumlandırır. Pietro için doğa bir nostalji alanıdır: şehirde yaşayan, içsel boşluğunu doldurmaya çalışan modern bireyin özlem mekânı. Dağ, onun için geçmişin saf anılarına açılan bir kapıdır.
Bruno içinse doğa bir mücadele alanıdır. O, doğanın içinde yaşar, onun kurallarına göre hayatta kalır. Pietro doğayı izler; Bruno yaşar. Bu fark, modern insanın doğayla kurduğu mesafeyi özetler: biri temsilde var olur, diğeri bedende.
Dualizm: Ruh ve Madde Arasında
Filmin derin yapısı belirgin bir düalist dengeye dayanır. Bruno’nun babası, geçim sıkıntısı nedeniyle doğayı terk etmiş bir kuşaktır; emek dünyasının çaresizliğini temsil eder. Pietro’nun babası ise şehirde disiplinli ama ruhen sıkışmış bir kimyagerdir; yazları doğaya kaçar ama orada tam anlamıyla var olamaz.
Biri madde yüzünden, diğeri ruh yüzünden doğadan kopmuştur. Pietro ve Bruno, bu iki yarım yaşamın mirasçılarıdır: biri doğada kalır, diğeri doğaya döner. Film, bu iki yönü birleştirmeye çalışan modern insanın parçalanmış varoluşunu anlatır.
Baba–Oğul–Kutsal Ruh: Üçlü ve Doğanın Dini
The Eight Mountains’da baba, oğul ve kutsal ruh üçlüsü filmin varoluşsal eksenini oluşturur. Hikâye, yalnızca baba-oğul ilişkisi değil, aynı zamanda modern bir ritüel ve hac yolculuğu olarak da okunabilir.
Baba: Pietro’nun babası, dağlara vahiy gibi mesajlar bırakır; oğluna iz ve rehberlik sunar. Modern yaşamın eksik bıraktığı ritüel ve anlam boşluğunu doldurur.
Oğullar: Bruno, babanın gösterdiği yolu takip ederek adeta bir peygamber gibi tapınağı inşa eder. Pietro ise bu tapınağı ve babasının dağa-taşa bıraktığı mesajları okuyarak ruhani bir rehberlik deneyimler.
Kutsal Ruh ve Doğa: Baba tarafından bırakılan işaretler, Bruno’nun evi ve dağın kendisi bu üçlünün etkileşiminde birleşir. Böylece doğa, modern insanın dini hâline gelir: sınav alanı, rehber, kutsal mekân ve öğretmen.
Film, baba-oğul ilişkisini kan bağıyla değil, manevi bir mirasla anlatır. Dağlar ve taşlar kutsal ruhun bedenselleştiği yerlerdir; izleyici, bu üçlü ilişkide hem modern insanın sınavını hem de sessiz bir ritüeli deneyimler.
Dağ Evi: Mabet ve Ağıt
Filmin sembolik merkezi olan dağ evi, iki dünyanın birleştiği mabet gibidir. Ulaşmak zordur; tırmanmak, emek vermek gerekir. Her çivi bir dua, her taş bir hatıradır. Evin inşası, hem baba için yakılan bir ağıt hem dostluğun somutlaşmış hâlidir. Bruno için kalıcılığın, Pietro için kefaretin simgesidir. Ev tamamlandığında baba-oğul ilişkisi ölümle değil, taşla onarılır — baba artık bir anı değil, bir mekân hâline gelir.
Erkeklik Hakkında Konuşmalıyız
Sessiz ve Eyleme Dayalı Erkeklik
Pietro ve Bruno’nun dostluğu, konuşmalardan çok paylaşılan emek ve sessizlik üzerine kuruludur. Dağ evini inşa etmeleri, kelimelerle ifade edemedikleri bağlılığın, sadakatin ve ortak geçmişin fiziksel bir tezahürüdür. Bu, belirli bir erkeklik anlayışında sıkça görülen “duyguları konuşmak yerine eylemle gösterme” hâlinin sinemadaki en saf anlatımlarından biridir.
Baba Figürü ve Erkeklik Mirası
Filmdeki iki karakter de babalarından devraldıkları erkeklik kodlarıyla boğuşur. Pietro’nun babası, şehirli, entelektüel ama ruhsal olarak tatminsiz erkeğin; doğada “gerçek erkekliği” — tırmanışı, mücadeleyi, iz bırakmayı — arayışını temsil eder. Pietro, hayatı boyunca bu idealin gölgesinde yaşar; hem ona ulaşmaya çalışır hem de ondan kaçar.
Bruno ise toprağına bağlı, emeğe ve sürekliliğe dayalı geleneksel erkekliğin mirasçısıdır. Ancak bu model, modern dünyada artık sürdürülebilir değildir. Bruno’nun trajedisi, bu mirasın dışına çıkamaması, esneyememesidir.
Doğanın Bir Sınav Alanı Olarak Erkekleştirilmesi
Filmde doğa, anaç ya da besleyici bir figür değildir; aksine erkeklerin gücünü, dayanıklılığını ve iradesini test eden sert, meydan okuyan bir alandır. Dağa tırmanmak, ev inşa etmek, zorlu koşullarda hayatta kalmak… Bunların her biri birer erkeklik ritüeline dönüşür. Doğa, bu bağlamda hem sınav hem de aynadır: erkekliğin kendine yönelttiği sorgunun fiziksel karşılığıdır.
İki Farklı Erkeklik Modelinin Çatışması ve Çöküşü
Bruno, durağan, kök salan, değişime kapalı erkekliği temsil eder; bu nedenle kendi dağıyla birlikte yok olur. Pietro ise hareketli, arayış içindeki, entelektüel ve modern erkeği simgeler; ancak o da sürekli bir köksüzlük ve aidiyetsizlik hissiyle yaşar. Film, bu iki erkeklik biçiminin de sürdürülemezliğini gösterir: biri taş kesilerek, diğeri yolda kaybolarak tükenir.
Büyüme ve Ruhani Ağıt
Film, hem bir büyüme hikayesi hem de kuşaklar arasında dolaşan ruhani bir ağıttır. Pietro ve Bruno’nun yolculuğu, şehirle dağ, modern yaşamla doğa, boşlukla aidiyet arasında bir köprü kurar. Eksik baba figürleri bu ritüelin merkezindedir. Dağ evi ve doğa, üçlü yapı üzerinden izleyiciye baba–oğul–kutsal ruh temasını hissettirir; film bu ritüeli sessiz ama derin bir yankıyla işler.
Kadın Temsili ve Erkek Dünyasının Sürdürülemezliği
The Eight Mountains filminde kadınlar neredeyse yoktur. Bu yokluk, hikâyenin odağını daraltan değil, tematik olarak belirleyen bir tercihtir. Anlatı, erkeklerin doğa, dostluk ve baba mirası üzerinden verdikleri varoluşsal sınavı merkeze alır. Ancak bu erkek dünyası, kendi içinde sürdürülemez bir yapıyı da ima eder. Kadının — toprağın, evin, duygusal sürekliliğin — temsil edilmediği bu katı, “yapmak” üzerine kurulu erkeklik ritüeli sonunda kendini tüketir. Bruno’nun trajedisi yalnızca doğaya yenilmek değil, esnemeyen bu varoluş biçiminin çöküşünü de simgeler.
Sonuç: Her İnsan Kendi Dağını Taşır
The Eight Mountains, ne şehri ne de doğayı yüceltir; her karakter kendi yolunda eksik kalır. Film, modern insanın ikiye bölünmüş ruhunu Pietro ve Bruno üzerinden anlatır. Modern hayat dil, semboller ve anlatılar üzerine kuruludur. Pietro, tam da bu dünyanın insanıdır; varoluşunu dil aracılığıyla inşa etmeye çalışır. Nepal’de metinler çevirmesi, öğrendiği aşçılık (doğayı tariflere dönüştürme çabası) ve yazdığı kitap, hep bu gayretin ürünleridir. Medeniyetin içinde ancak bir anlatıya, bir dile dönüştüğünüzde var olabilirsiniz. Pietro’nun kaderi, yaşamı anlamak için onu yorumlamak, tercüme etmek ve bir hikâyeye dönüştürmektir. Bruno ise bu dilin tamamen dışındadır. O, anlatılacak bir hikâye değil, yaşanacak bir hayattır. Varlığı kelimelere değil, taşa, toprağa ve emeğe dayalıdır — “çevrilemez” olanın, kelimelere sığmayan saf deneyimin temsilcisidir. Bu yüzden filmin sonunda Pietro anlatmaya ve medeniyetin içinde yaşamaya devam ederken, Bruno ait olduğu dağla bir bütün olur ve sessizliğe karışır. Pietro, arkadaşının bu sessiz ve ham varoluşunu bir mite, okunabilir bir metne çevirerek modern dünya için ölümsüzleştirir.
Film bize sessizce fısıldar:
“Her insan, kendi dağını taşır.”
Sonuçta film, baba–oğul ilişkisi, dostluk ve doğa ekseninde, modern insanın varoluş krizine dair derin bir meditasyon sunar. İzleyiciye hem bireysel bir büyüme deneyimi hem de ruhani bir ritüel hissi verir.
Yorumlar