Ana içeriğe atla

Philomena


Filmin sonlarına doğru Martin Philomena’ya, “Geri kalmayacağız araştırmaktan ve bütün araştırmalarımızın sonu, yola çıktığımız yere varmak ve orayı ilk kez tanımak olacaktır.” der. Philomena ise tüm sempatikliğiyle “Bu çok tatlı Martin, şimdi mi uydurdun?” der. Martin ise suratını hafif ekşiterek T.S Eliot’tan alıntı yaptığını söyler. Bunun üzerine Philomena, “boş ver yine de güzel” der. İkili arasındaki, izleyiciyi güldüren bu sahne kuşkusuz filmin de kısa bir özeti aslında. 
Stephen Fears’ın, Philomena Lee’nin gerçek hikâyesinden perdeye aktardığı film; 1950’lerde evlilik dışı hamile kalan Philomena’nın, İrlanda Katolik Kilisesi tarafından, çocuğunun Amerikalı bir aileye satılmasıyla başlıyor. Yıllar yıllar sonra oğlunu aramaya koyulan Philomena, gazeteci Martin’den yardım alır.
Stephen Fears bildiğimiz sade anlatımını, birbiriyle uyum içerisinde oynayan Julie Dench ve Steve Coogan’ın oyunculuklarıyla güçlendiriyor. Fears, sade anlatımının yanında, filmin kısa süresini de oldukça ekonomik kullanıyor. Hızlı bir flashbackle Philomena’nın 1950’lerde başına gelenleri öğreniyoruz ve yıllar sonra oğlunun izinde İngiltere’den Amerika’ya uzanan bir arama sürecini izliyoruz. Filmin genel anlamda acı dolu bir hikâyesi var. Yasak elmayı yiyerek günah işlemiş, kilise tarafından acı çektirilmiş bir kadın ve bu kadından koparılmış bir oğul… Fakat girişte alıntıladığım diyalog gibi, ikili arasında ince bir mizah anlayışı filmin geneline yedirilmiş ve bu acı dolu hikâyeyi oldukça başarılı bir şekilde dengeliyor.
Martin ellili yaşlarında kariyer bunalımına düşmüş bir karakter. Philomena ile kesişen yolları, ikilinin arasında filmin geneline mizah yükleyen, yer yer geren bir zıtlığa da sebebiyet veriyor. Oxford mezunu ateist Martin ve başına onca olumsuz iş açmasına rağmen kiliseye sırtını dönmemiş Philomena… Film temel olarak zıtlığını inanan-inanmayan üzerine kurmuş gibi gözükse de ikili arasındaki tek zıtlık bu değil. Akla karşı kalp, Rus tarih kitaplarına karşı pembe dizi kıvamında romanlardan oluşan birçok zıtlıktan bahsedebiliriz.
İkili arasındaki kıtalar arasına uzanan bu yol arkadaşlığı, kriz halindeki iki bünyenin iyileşme sürecini de aktarıyor aslında. Philomena oğlunun izini sürebilecek kapıları daha önce denemiş ve kapanmışken kurt bir gazeteci olan Martin etraftan dolanıp o kapıyı açmanın başka bir yolunu buluyor. Martin’in kriz hali ise ellili yaşlarında yaşadığı bir kariyer bunalımı. Başlarda insana dair hikâyelerle ilgilenmediğini vurgulasa da Philomena’nın durumuna kayıtsız kalamıyor ve bu yolculuğu kabul ediyor.
Philomena’ya kalbin ve aklın filmi demek yanlış olmaz sanırım. Başına gelen korkunç olaylara rağmen sakinliğini koruyan Philomena’nın öfkesini ve akla dair sorulacak tüm sorularını Martin’in ağzından duyuyoruz. Martin ise körü körüne saplandığı akıldan (belki ellili yaş bunalımının temel nedeni) Philomena’yı gerçekten anlamaya çalıştığı ve Onu ilk kez gerçekten dinlediği son sahnede kalbe de yer açarak kurtuluyor. Böylece ikili arasında simbiyotik diyebileceğimiz bir ilişki doğmuş oluyor.
Din, vicdan, gerçeği arayış… gibi saatlerce felsefi tartışmalara neden olabilecek konu başlıklarını alıp sabah kahvaltısında elinizde çayınızla izleyebileceğiniz sadelikte başarılı bir film ortaya koymak ustalık gerektirir. Daha önce bunu defalarca tekrarlamış Stephen Fears ise sade diliyle görkemli filmler üretebilen bir yönetmen olarak bilinecek sanırım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas