Ana içeriğe atla

12 Years a Slave

                                                   

12 Years a Slave New York’ta özgür bir şekilde hayatına devam ederken kaçırılıp köle tacirlerine satılarak ülkenin güneyinde çiftliklerde köle olarak çalıştırılan Solomon Northup’ın gerçek hayat hikâyesinin on iki yılını aktarıyor. Yönetmenlik koltuğunda ise Hunger ve Shame gibi esaret-beden arasındaki ilişkiyi irdeleyen filmleriyle tanıdığımız Steve Mcqueen oturuyor. Gerçek bir hikâyenin böylesine yetenekli bir yönetmen ile buluşması kölelik üzerine yapılmış en gerçekçi ve çarpıcı filmlerden bir tanesinin boy vermesine neden olmuş.



12 Years a Slave’i güçlü bir film olmasını sağlayan en önemli özelliği güçlü sinematografisi, aşırı dingin atmosferi ve duygusal anları ajite etmeden soğukkanlılıkla yaklaşması ve tüm bunların arasında sağlam bir denge kurmasında gizli. Filmin en vurucu yanı ise tamamını “sıradanlık” üzerine kurmuş olması, sıradan bir Amerikan vatandaşı “Solomon” günün birinde köle tacirleri tarafından yakalanıyor ve güneyde çiftliğe satılıyor. Gayet sıradan bir durummuş gibi efendiler değişiyor. Solomon’un dramı bu sıradanlık içerisinde daha da güçleniyor. Filmin isminde vurgulanan “12 yıl” izleyiciye sadece birkaç haftaymış gibi aksettiriliyor. İzleyici filmin sonunda Solomon’un ailesiyle buluştuğu sahnede bu durumu sadece idrak edebiliyor.

Solomon’un Kâhya ile didiştiği sahnenin akabinde ağaca boynundan asıldığı bir sahne mevcut. Filmin tamamı için hazmı zor ve üstüne en çok konuşulması gereken an bu sahnede gizli. Ve filmin “sıradanlık” üzerine en ciddi kelamını da burada ediyor. Solomon ağaca asıldığı andan bir süre sonra diğer köleler günlük işler için odalarından çıkarak işlerine kaldığı yerden devam ediyorlar. Şiddetin, suç ve cezanın, köleliğin sıradanlaştığı bu sahne filmin devamında da bizim yakamızı bırakmıyor. İnsanlar günlük işlerini görürken hemen yanlarında bir köle işkence görebiliyor hatta öldürülebiliyor. Bu durum aslında günümüz dünyasına da hiç yabancı bir durum değil. Her şeye kolaylıkla erişilebildiği, istediğimiz bir şeye bolca erişebildiğimiz günümüz dünyasında sokakta yürürken kaldırım kenarında dilenen, yatan dilenci için kılımızı kıpırdatmadan yanından gidiyorsak yani böylesine bolluk içerisinde yaşanan bir ortamda yoksulluk nasıl sıradanlaşmışsa, filmde kölelikte böylesine bir sıradanlaşma durumunda. Mcqueen’in sinema dilini bu denli güçlendirmesi de işte bu noktada başlıyor. Mcqueen aslında kölelik, fakirlik ya da hangi hastalıklı düşünce filizlenmişse asıl tehlikenin bunların yanında, bu durumların sıradanlaşarak hayata nüfuz etmesinin olduğunu vurguluyor.

Filmde Solomon’un hayatını kurtarmasını ve ailesini dönmesine yardımcı olan karakterin Brad Pitt olarak seçilmesi de oldukça yerinde bir karar olmuş. Irkçılığa dair evrensel bir mesajı böylesine uluslararası bir yüzün vermesi oldukça akıllıca.

Steve Mcqueen 3. uzun metraj filmiyle yine hazmı zor bir konuyu usta işi bir sinema diliyle etkileyici bir şekilde izleyicisine sunuyor. Sanırım kendisi için son zamanların en iyi yönetmenlerinden bir tanesi desek yanılmış olmayız.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

In Bruges

Giriş Martin McDonagh ’ın 2008 yapımı In Bruges filmi, kara mizah ve suç temalarını derinlemesine işleyen, görsel ve tematik olarak son derece zengin bir yapıt olarak öne çıkar. Film, iki tetikçi olan Ray ( Colin Farrell ) ve Ken’in ( Brendan Gleeson ) Londra’daki başarısız bir görev sonrasında patronları Harry ( Ralph Fiennes ) tarafından Belçika ’nın tarihi ve sakin şehri Brugge ’a gönderilmesiyle başlar. Görevleri, ortalık sakinleşene kadar şehirde turist gibi dolaşmak ve beladan uzak durmaktır. Ancak şehirde geçirdikleri süre, kişisel hesaplaşmalar ve içsel çatışmalarla dolu bir deneyime dönüşür. Trailer Ray, geçmişteki hatalarının vicdan azabıyla boğuşurken, Ken daha çok şehrin tarihi ve mimari güzelliklerine odaklanır. Brugge’un huzurlu atmosferi, karakterlerin içsel dünyalarıyla tezat oluşturur. Patronları Harry’den gelen beklenmedik bir telefonla olaylar dramatik ve duygusal bir yöne evrilir. Film, kara mizah yönüyle de dikkat çeker; özellikle Ken, Ray ve Harry kara...

Chocolat

Erkan: Yemek filmlerini, seçtiğimiz film için uygun bulduğumuz konseptteki bir mekânda konuşmaya devam ediyoruz. Sıradaki filmimiz Lasse Hallström imzalı 2000 yapımı Chocolat… Chocolat filmi için Samet ile konuştuk. Kendinden biraz bahsedebilir misin? Samet: Bir senesi mutfak, iki buçuk yılı satış olmak üzere lüks bir çikolata kafe zincirinde toplam üç buçuk yıl kadar çalıştım. Geçtiğimiz mayıs ayında çikolata üzerine uzmanlaşmak için istifa ettim. Önümüzdeki dönemde çikolata eğitimleri alacağım. Şimdilerde sipariş üzerine çikolata yapıyorum ve çevremdeki küçük ölçekli kafelerin çikolata menülerine yiyecek - içecek konusunda danışmanlık veriyorum. Erkan:  Filme geçmeden önce biraz mekândan bahsetmekte fayda var sanırım. Maia Chocolates 2015 yılında kurulmuş, el yapımı çikolatalar üreten, Çengelköy ve Koşuyolu olmak üzere iki şubesi bulunan bir yer.  Filmdeki çikolatacıyla aynı ismi taşıyor. Çikolata konusunda bol çeşit sunuyorlar ve tasarım, sunum konusunda oldukça z...

Sinners

  Kültürel Hegemonya:  Sinners                                           ·          Sinners*, ikiz kardeşler Elijah ve Elias’ın hikâyesini anlatıyor. Tanıdık bir zeminde yeni bir başlangıç yapmak isteyen ikili, Chicago ’nun yeraltı dünyasındaki eski hayatlarını geride bırakıp memleketleri Clarksdale, Mississippi ’ye dönerek bir bar açarlar. Bu süreçte, merkezinde Sammie ’nin olduğu, blues müziği ve vampir efsaneleri ile dolu bir hikâye ortaya çıkar. Ryan Coogler ’ın 2025 yapımı Sinners , yalnızca türler arası bir postmodern oyun değil; aynı zamanda tarihsel-politik bir eleştiri aracı. Southern Gothic atmosferi, vampir mitosu , blues’un büyüsü ve dönemsel dramayı harmanlayan film, hem tür sinemasına göz kırpıyor hem de derin bir toplumsal okuma alanı açıyor. Blues ve Kimlik Filmin kalbinde Sammie var. Eski bir blues şa...