Ana içeriğe atla

Mama

                                                  


Guilermo Del Toro’nun yürütücü yapımcılığında çekilen Mama, Andres Muschietti’nin 2,5 dk’lık aynı isimli kısa filminden uyarlanmış.


Cinnet halindeki bir erkek karısını öldürdükten sonra ormanlık bir dağa gelip buradaki evde kızlarını da öldürmeye karar verir. Evdeki esrarengiz olay kardeşleri ölümden kurtarır. Amcaları yıllar süren arama çalışmaları sonrasında çocukları bulup evlatlık edinir. Amca ve sevgilisi Annabel iki kardeş ile ilgilenirken çocuklarla ormandaki dönemde ilgilenen gizemli annede onlara eşlik etmektedir. 




Mama son dönemde yapılmış korku filmleri içerisinde rahatlıkla ayrı bir noktaya taşınabilir. Tüyler ürperten atmosferinin yanında, iyi senaryosu ve kurduğu güçlü zıtlıklarla başarılı bir korku filmi olma özelliği taşıyor. 

Rasyonaliteye karşı doğa;
Uygarlığın uzağındaki bir kulübede çocukları orman şartlarında koruyan ve kollayan “Mama” filmdeki flashbackten’de anladığımız kadarıyla kiliseye karşı çıkmış bir karakter. Bu da otomatikman Mama’nın bir cadı figürü gibi resmedilmesine sebebiyet veriyor. Bu noktada Mama’nın tam karşısına rasyonel bir doktor konularak güçlü bir zıtlık yaratılıyor. Film sadece bu zıtlık üzerine de yaslanmıyor.

Filmdeki ikinci zıtlık Annabel ve Mama arasında kuruluyor. “Mama” doğaya, doğurganlığa daha yakın sahiplenici ve annelik güdüsüyle hareket ediyor. Annabel ise kısa saçları, metalci görüntüsü ve müzikal kariyeriyle uygarlığa daha yakın bir karakter. Ormandan gelen çocukları ilk başlarda sahiplenemiyor fakat ilerleyen bölümlerde annelik güdülerinin açığa çıkmasıyla ikili arasındaki zıtlık güçlü bir çatışmaya dönüşüyor. Öyle ki filmin finalinde gerçekleşen karşılaşmada Annabel büyük kızı bırakmadığı sahnede neredeyse Mama’nın bir tezahürüne dönüşüyor. 

Filmdeki son zıtlık ise iki kardeş arasında kurulu, kızlardan yaşça küçük olan uygarlığa dönüş yaptığında pek adapte olamıyor. Yerde yatıyor ve hayvani güdülere sahip. Diğer kız ise belirli sosyalleşme becerilerini önceden kazanmış olduğu için uygarlığa adapte olma konusunda sıkıntı çekmiyor. Zaten amcayla ilk buluşmasında medeniyete ait bir objeyle yani gözlükle karşılanır. Gözlük bu anlamda oldukça önemli bir metafor görevi görüyor. İlerleyen bölümlerde “Mama” kendisine karşı çıkan kızın gözlüklerini kırarak tekrar doğaya ait olmaya zorluyor. 

2011 yapımı We Need Talk About Kevin annelik hakkında oldukça cüretkâr sorgulamalara girişmişti. Koruyucu anne figürünün belirli bir noktadan sonra nasıl bir karabasana dönüştüğünü ve çocuğun gelişiminde çocuğu nasıl sakat bıraktığını ve olgun bir bireye dönüşemediğini tartışmaya açması açısından Mama’yı da bu cüretkâr kategoriye taşımak mümkün. Bu noktada gözlük sahnesine tekrar dönmekte fayda var ve yine oldukça önemli bir mizansen olarak filme hizmet ediyor. Büyük kız gözlüğü takıp dış dünyayı algılamaya ve kendi seçimlerini yapmaya başlaması “koruyucu anne” tarafından pek hoş karşılanmaz ve bu durum gözlüğü kırarak sabote edilir. Çocuk kendisine muhtaç kalmaya zorlanır. Filmin sonundaki karşılaşma anı ise bu bağlamda olayların çözümü için oldukça önemlidir. Çocukların yaptıkları seçim aynı zamanda annelerin de özgürleşmesine yol açacaktır. 

Mama son dönemde çekilen en önemli korku filmlerinden bir tanesi, yönetmeni Andres Muschietti ise adını bir kenara not etmemiz gereken bir yönetmen. Ve son olarak film anne-çocuk arasında neredeyse organik bir bağ bulunan bizim topraklarımız içinde önemli bir okuma penceresine sahip ve mesajı gayet basit.

Herkesin kendi yolunda gitmesi tüm dünyayı özgürleştirir.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas