Ana içeriğe atla

Byzantium



Korku türünde ara sıra örnekler vermiş olan ve daha önce Interview with the Vampire ile alt tür diyebileceğimiz vampir türünden bir örnek vermiş olan İrlandalı yönetmen Neil Jordan yirmi yıllık bir aradan sonra tekrar bu türe el atıyor. Byzantium yönetmenin ilk vampir denemesinin aksine Anne Rice uyarlaması değil, Moira Buffini’nin “A Vampire Story” isimli oyunundan uyarlanmış.


Adını filmdeki Byzantium Otelinden alan yapım vampirliği bir lanet gibi taşıyan iki kadının hikâyesini bizlere aktarıyor. Vampir bir anne-kız olan Clara ve Eleanor sürekli kaçış halindedir ve bir tatil kasabasına sığınırlar. Clara burada “Byzantium” isimli oteli geneleve dönüştürürken, Eleanor ise okula kaydolur. Eleanor’un ev ödevi olarak yazdığı metin annesinin iki yüz yıl öncesine dayanan gerçek yaşam öyküsüdür. Film, ikilinin başına gelenleri, Elanor’un yazdığı metinlere yaptığı flashbacklerler başarılı şekilde harmanlıyor. 

Feminist Bir Hikâye;
Vampir mitinin daha doğrusu zombi, kurtadam, cadı gibi fantastik öğelerin bulunduğu her alanda politik bir metne maruz kalmak mümkün. Sosyal sınıf tahlillerinden, feminist metinlere, tüketim toplum eleştirilerinden, çevre kirliliğine kadar geniş bir skaladır bu. Byzantium’da bu politik metinlerden fazlasıyla nasibini almış bir hikayeye sahip. Clara yalnızca erkeklerden oluşan “Biraderlik” adındaki vampir tarikatından insanların vampire dönüştüğü bir adanın haritasını çalmıştır. “Biraderlik” Clara’nın başka kimseyi vampire dönüştürmemesi şartıyla bu durumu affetmiştir fakat Clara kızını da vampire dönüştürerek bu durumu ihlal etmiştir. "Biradelerlikle" amansız koşuşturma bu şekilde başlamıştır. Fakat böylesine feminist diyebileceğimiz bir metin ne yazık ki filmin sonunda tahribata uğruyor. Filmin sonundaki “mutlu son” ve Clara’nın anarşist doğasını dizginlemek bir erkek tarafından sağlanıyor.

Bir Büyüme Hikâyesi;
Anne Kız ve Biraderlik arasındaki amansız kovalamaca da Clara erkeklere hizmet eden bir yerde çalışıyor ama tehlike anında yırtıcı bir anaç karaktere dönüşüyor. Genç kız Eleanor ise beklenildiği gibi başına buyruk ve yer yer annesiyle çatışan bir karakter. Filmin en iyi bölümleri diyebileceğimiz Clara-Eleanor arasındaki gerilim, ailenin dış dünya tehlikesine karşı koruyucu rolünü oldukça iyi yansıtırken, Eleanor’un özgürlüğü için ettiği mücadele annesinin gelişim ve özgürlüğüne de bir katkı sağlayacağı yönünde iyi vurgulanıyor. İkisi arasındaki bu dengeli gerilim zaten filmin sonunda bir uzlaşma ve herkesin kendi yolunu seçeceği bir özgürleşmeyle son buluyor.

Ortada kalmış bir film;
Byzantium Neil Jordan’ın yıllar sonra vampir mitine geri dönüşünü müjdeleyen stilize görselliğiyle göz kamaştıran bir film. Feminist hikâyesini klişe diyebileceğimiz bir çözümle sonlandırdığı için etkisini bu anlamda biraz zayıflatsa da, Eleanor’un büyüme hikâyesi diyebileceğimiz alanda attığı doğru adımlar bu durumu biraz dengeliyor. Son dönemde sinemanın fantastik karakterleri aksiyona, aşka, sevgiye doyarken birazcık politik bir sos bulanmış stilize bir vampir filmine özellikle yönetmeni Neil Jordan iken kayıtsız kalmak imkânsız oluyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas