Ana içeriğe atla

The Master


Filmlerindeki teknik başarısının yanında oldukça iyi bir hikâye anlatıcısı olan Paul Thomas Anderson “Kan dökülecek” ‘ten beş yıl sonra daha düşük tempolu bir filmle “The Master” ile dönüş yapıyor. 

Donanmada görevli Freddie Sutton, II. Dünya Savaşı sonrasında ülkesine dönüş yapar. Ne yapacağını bilmez bir halde gezinirken, kaçak bindiği bir gemide The Cause tarikatının lideri Lancaster Dodd ile tanışır. Kısa süre içerisinde ikili arasında büyük bir dostluk kurulur ve Sutton, Dodd’un sağ kolu olur.

Freddie Sutton;
Freddie Sutton savaş sonrası stres yaşayan bir karakter. Seks ve alkol bağımlısı. Sivil hayata geri dönüşüyle birlikte fotoğrafçılığa başlıyor, müşterisiyle kavga edip bu işten ayrılıyor. Daha sonra lahana tarlasında çalışmaya başlıyor fakat burada da tutunamıyor. Tekrar ait olduğu yere denize dönüşü ise O’nu Lancester Dodd ile karşılaştırıyor.

Lancaster Dodd;
The Cause tarikatının kurucusu Lancester Dodd kendisini doktor, nükleer fizikçi, yazar ve filozof olarak tanıtıyor Sutton’a. Kendisine has tedavi yöntemlerini insanlar üzerinde deneyen Dodd için Sutton büyük bir nimet.
Aralarındaki ilişkiye baba-oğul mu denir, yoksa evcilleştirilmeyi bekleyen köpek ve sahip mi denir bilinmez fakat bu ikili arasında filmin sonuna kadar süregiden ne seninle ne sensiz denebilecek bir ilişki mevcut. Birisi seks bağımlısı, diğeri iktidarını genişletecek alan arayan iktidar bağımlısı iki karakteri ister istemez yönetmenin bir önceki filmiyle birleşiyor. Kan Dökülecek’in biri gözü para hırsıyla kan bürümüş petrol işletmeci karakteri; diğeri yine gözü para hırsıyla dönmüş rahip karakterlerini hatırlatıyor. İki sevgiliyi andıran çekişmeleri yine ne seninle ne sensiz tarzı birlikteliklerinin bir benzerini The Master ile efendi-mürit arasında görüyoruz. Sutton’un savaş sonrası travmalarını atlatabileceği ve aidiyet duygusunun yerini doldurabileceği başka bir deyişle kendi iradesini teslim edeceği bir alan olan efendi için Sutton üzerine iktidar kurmak ne kadar imkânsız ise mürit için ise günahlarından arınmanın, başka bir irade ile mümkünatı söz konusu.

Evrensel hikaye;
Sinemanın en güzel yönüdür evrensel bir dilinin olması. Bunda kuşkusuz Paul Thomas Anderson’un ustaca yönetimi ve filmini tüm dünya insanlarının ortak diline bir hediye olarak sunmasının etkisi vardır. Amerikalıların büyük bir savaş sonrasında ortaya çıkan travmaları ve bu deformasyonun iyileşme süreçlerine odaklanan film bizim sinemamızda pek sık rastlamadığımız bir sorgulamaya girişiyor. İster istemez yakın tarihimizin en büyük travmalarından 12 Eylül darbesinin apolitize edilmiş halkının hangi limanlara sığındığını ve bugünün siyasi konjonktürünün doğumunda nasıl bir rol oynadığını sorgulayabilmemiz açısından “Kan dökülecek” ile birlikte “The Master” Ülkemiz ve de akabinde dünya sinemasına bir hediye niteliğinde…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas