Ana içeriğe atla

Gemide - On Board


1990’ların ikinci yarısında çıkış yapan YENİ SİNEMACILAR grubunun en dikkat çekici işlerinden “Gemide” 35. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde ikincilik ödülünün yanında En iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu ve en iyi kurgu dallarında da ödüle değer görülmüştür. Kuşkusuz Türk sinemasının hareketlenmesinde ve yeni sinemacıların cesaretlenmesinde de önemli bir köprü görevi yapmıştır film.
İdris kaptan, Kamil, Ali ve Boksör bir kum kosterinin mürettebatıdır. Bir akşam gemi demirliyken boksör yüzerek gemiye ulaşır. Karada bazı adamlardan dayak yediğini ve parasının alındığını anlatır. Alınan intikam sonrasında Romen bir fahişenin gemiye çıkarılmasıyla birlikte olaylar patlak vermeye başlar.

Filmi çok katmanlı olarak okumak mümkün. Afişinde de yazan “Bir memleket gibidir gemi” rehberliğinde filmi bir Türkiye alegorisi olarak okuyabiliriz. Çekirdek aile görünümündeki bu mürettebatta kaptan; baba, Kamil; anne, Ali ve Boksör ise haylaz çocuklar olarak filme entegre edilmişler. Aralarındaki iktidar ilişkileri ise Türkiye’nin siyasi konjonktürü üzerine okumalara vesile oluyor. Zaten filmin bir iktidar hikâyesine dönüşeceği boğazdan ilk geçişlerinde kendisini belli etmektedir. Devasa bir vajinaya benzeyen boğaz, her gün gidiş-geliş yapan gemi tarafından penetre edilmektedir.
Bu bakış açısı bizi zorunlu olarak psikanalitik bir çözümlemeye götürür. Öncelikli olarak Ali ve Boksör delikanlı serserilerdir. Belli bir norm çerçevesinde işleyen Kaptan ve Kamil’in (yasa koyucular) yaşam tarzına aykırıdırlar. Burada Ali’ye ayrı bir parantez açmakta fayda olacaktır. Çünkü hem boksör hem de kaptan tarafından rahatlıkla kontrol edilebilir bir yönü var.

Genellikle filmlerde bıçak ya da silahın fallik bir anlam ifade ettiğini görürüz. Fakat Gemide de “dil” ’in fallik bir anlamı vardır. Kaptan için; tayfasına anlattığı fantazyalarının (sembolik mastürbasyon) ve hiyerarşideki yerinin giriş anahtarıdır. Boksör ve Ali için; işledikleri suçların yasa koyucuya ulaşmaması için birbirlerine karşı kullandıkları kozdur. Son olarak Kamil için; kaptan’ın yani yasa koyucunun onaylayıcısıdır. (Bunun benzerini; Töre cinayetlerinde aile meclisinde hemcinsinin ölmesine onay veren anne figüründe de görebiliriz. ) Dilini iyi döndüren, iktidara sahip olan bir nevi güce de sahip olur. Cigara ortamında fantazyayı yine o anlatır.

Diğer bir önemli noktaya gelecek olursak; Dil; cigara ortamında bir oyun aracına dönüşmektedir. Hiyerarşideki en üst kişi filmde fallik bir nesne olarak silah ya da bıçak olmadığı için otoritesinin karşılığı olarak “dile” sahiptir. Yasa koymanın yanında fantezilerin(Gücünün sembolü) anlatıcısı da odur. Kendi fantazyalarının dışında fantazya üretilemez. İktidarların bireyin kafasında kurduğu fantazyalara kadar kontrol ettiğine dair oldukça iyi bir mizansen filmde mevcuttu. Kaptan, filmin başında bir kadını nasıl baştan çıkardığını detaylarına kadar anlatıyordu.(giydiği kıyafete kadar) Sonra filmin ilerleyen bölümünde Ali kaçırdıkları kadın üzerine bir rüya gördüğünde(ki filmin en trajik sahnesiydi) kaptan'ın anlattığı fantazyanın aynısını görüyordu.(giydiği kıyafete kadar).

Son olarak filmi; odipal bir başkaldırı olarak ta okumak mümkün. Ali’yi bu noktadan ayrı tutarak okumakta fayda var. Çünkü; O doğrudan uzlaşma yolunu seçiyor. Fakat boksör’ün Rumen fahişeyi gemiye getirmesiyle başlayan ve yasa koyucuyu saf dışı etme çabası Kaptan’ın kızı bulmasıyla birlikte ters teper. Zaten kızın bulunmasıyla birlikte Boksör’ün ilk yaptığı şey kızı kaptana sunmak olur. Ve o ünlü “Biz uzaktan da severiz” repliğini patlatır. Yarı arabesk bu söylem Boksör’ün Odipal karmaşasının da bir nevi itirafıdır. Boksör karşı cinsteki ebeveyni sahiplenip kendi cinsinden ebeveyni saf dışı edememiş ve yasa koyucuyla uzlaşma yolunu(kastrasyon korkusu) seçmiştir.

Gemide, Türk sinemasının yanında Dünya sinemasında da önemli bir yere sahip olması gereken bir film. Umarım üzerinden yıllar geçse de değeri azalmayan bu başyapıt; Türkiye’de olduğu kadar Dünya’da da hak ettiği ilgiyi fazlasıyla görür.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas