Ana içeriğe atla

To Rome With Love


2005 yılında merkezine İngiliz çıkar ahlakını koyarak çektiği Match Point ile Londra'da başlayan Woody Allen'in Avrupa seyahati Roma ile devam ediyor. Yönetmen Londra'dan sonra baştan çıkarıcı karakterleriyle Barselona'yı cezbedici bir şek
ilde tasvir etmiş ve Midnignt in Paris ile sürreal tonlarla bir Paris portresi ortaya koymuştu. Roma'ya sevgilerle ile yönetmen bir meydanda trafiği kontrol eden polis memurunun bizi dört farklı öyküye yönlendirmesiyle açılıyor. İlk öykü yolunu kaybetmiş Amerikalı bir turist Hayley'in Michelangelo ile tanışması üzerine start alıyor ve filmin en eğlenceli bölümü olarak ilerliyor. Özellikle çiftin anne-babalarının olaylara dahil olmasıyla birlikte romantik komediden - nevrotik bir komediye dönüşüyor. İkinci bölüm taşradan Roma'ya balayı ve çeşitli görüşmeler yapmak için gelen çiftimiz üzerine kurulu. Ve Milly'nin Roma sokaklarında kaybolmasıyla bu bölüm de bir evlilik komedisine dönüşüyor. Üçüncü hikayemiz ise Midnight in Paris'teki gibi hem gerçeküstü bir tonda işleniyor hem de Vicky Christina Barcelona gibi ilişkiler üzerine kara bir mizaha dönüşüyor. Son bölüm ise her gününü rutin yaşayan sıradan bir vatandaş olan Leopoldo Pisanello'nun hikayesi üzerine. Pisanello bir sabah şöhret olmuş olarak uyanıyor. Her adımı dev bir paparazzi ordusu tarafından takip ediliyor. Diğer üç öyküye göre biraz ayrıksı duran bölüm içlerinde en vasatı olarak hizmet ediyor. 

Allen'in epizodik anlatıyı tercih ettiği To Rome With Love yönetmenin Avrupa turunun son halkası. Dört hikayenin bi' şekilde birbirine bağlanmadığını düşünürsek film bu haliyle birazcık yarım gibi gözüküyor. Fakat her skeç'i birer kısa film gibi düşünüp bu Woody Allen seyirliğine kendimizi bırakırsak eğlenmemek işten bile değil.






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas