Ana içeriğe atla

The Dark Knight Rises



Bir yönetmenin iyi bir film çekmek yanında ahlaki sorumlulukları vardır. 
1-Tarafsız bir şekilde hikayesini inşa etmek 
2-Herhangi bir propaganda yapmamak 
3-İzleyicisini manipüle etmemek 
4-Bir mesaj iletmekten öte mevcut durumu olduğu gibi ileterek alıcının mesajı algılamasına yol açmak gibi...

Son yılların en önemli yönetmenlerinden "Christopher Nolan" son Batman filmi ile ne yazık ki bu ahlaki sorumlulukların hiçbirini yerine getiremiyor. Heath Ledger'in mükemmel performansı ile hayat verdiği Jokerli The Dark Knight'i hatırlarsak bu film oldukça vasat kalıyor. Joker hatırlayacağımız üzere yaptıklarını bir felsefeye oturtan iyi ile kötü arasındaki çizginin oldukça silik olduğunu hatta herhangi bir tanımlayıcı sınır olmadığını iddia eden, çizgi roman uyarlamalarında pek rastlamadığımız türden bir kötü adam portresi çiziyordu. Sırf böylesine göz kamaştırıcı bir portre bile yeni Batman filmini dört gözle beklememiz için yeterli bir nedendi fakat "The Dark Knight Rises" kötü adamı "Bane" 'den itibaren bizi hayal kırıklığına uğratıyor. 

Öncelikle filmin konusuna göz atalım ; Terörist Lider Bane, Gotham şehrinin kontrolünü ele geçirmek için gerçekleştirdiği planıyla Bruce Wayne'i iflasın eşiğine getirirken, Batman'i ise kendi iç hesaplaşmasıyla baş başa bırakıyor.

 İlk olarak kötü karakterimiz Bane ile başlarsak ; Bane Joker gibi herhangi bir felsefesi olan bir karakter değil. Gotham City'i sadece mahvetmek istiyor.Bu haliyle yeterince "dolu" bir karakter portresi çizemiyor. Her ne kadar filmin finalinde bir şeylere bağlanmaya çalışılsa da yeterince doyurucu bir cevabı olmuyor. Sadece kalbine yenik düşmüş ve itaat eden, saf kötülüğe hizmet etmek için ortalıkta gezinen bir karakter(Bir nev-i ergen sorunları yaşayan) olarak çiziliyor. 

Kedi Kadın(Selina) ise modern bir Robin Hood gibi ortalıkta gezinerek zenginlerden payını alıyor. Selina ilk başta ezilenlerin yani Bane'in yanında yer alıyor. Daha sonra yönetmenin elinde doğru yolu seçip Batman'in tarafına geçiyor. 

İlk olarak Bruce Wayne ve Batman her ne kadar finansal bir kriz halinde de olsa saf "iyi" olarak şekilleniyor. Bu krizden nemalanıp Gotham halkına gücü verdiğini iddia eden Bane ise finansal gücü eline alarak proleter diktatoryasını kurarken(Miranda'nın planlarını gerçekleştiririken.) saf kötü ve vandalist olarak resmediliyor. 

Oluşan resim ekonomik kriz alegorisi içerisinde sınıfsal bir tespit olarak gözlerimize yansıyor. 
Nolan kriz halindeki kapitalizminden umudumuzu kesmememiz gerektiğini ve saf iyiliğe hizmet ettiğini, zenginlerin zenginliğinin de ezilenlerin iyiliği için olduğunu ve ezilenlerin iktidarı ele geçirmesinin bir felakete yol açacağını bir sanatçının tamda ihtiyacı olan etik değerleri hiçe sayarak söylüyor. 

Filmi etik bulmuyorum. Çünkü;
1- Nolan hikayesini taraflı inşa ediyor. Batman'in yani kapitalizm'in alternatifinin proleter acımasız bir diktatörlük olacağını iddia ederek tarafını kapitalizmden yana koyuyor. (Niyet okuyor.) 
2- Film bariz bir şekilde kapitalizm'in propagandasını yapıyor.
3- İzleyicisini gerçeklerle yüzleştirmek öte manipüle ederek kapitalizm'e sadık kalmamız gerektiğini nasihat ediyor (Belki bu mesajı Occupy Wall Streetcilere yolluyordur.)
4-Mevcut durumu olduğu gibi yansıtıp izleyicilerin özdeşleşmesini sağlamak yerine Batman'den (Kapitalizmden) yana taraf seçmemizi nasihat ediyor.

Joker-Batman arasındaki ince çizğinin yok olduğu oldukça güçlü bir filmin ardından böylesine bir yapım ne yazık ki Nolan'ın kariyerine yakışmıyor. Nolan The Dark Knigt ile ağzımıza çaldığı bir parmak balı, The Dark Knigt Rises ile geri alıyor. Tabi birileri çıkıp "Büyük bütçeli bir Amerikan" yapımından başka ne bekliyordun ki diyebilir. Fakat Nolan gibi uluslararası bir isimin sadece Amerikalılara değil tüm Dünya'ya karşı bir sorumluluğu olması gerekiyor. Yazılan iki satır yazının ise "eleştirmenin artık sistemin kendisi" olduğunu düşünürsek yine sisteme hizmet edecektir. 

Kısaca Nolan'ın filmi kadar bu yazıda etik ve ahlaki değildir.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas