Ana içeriğe atla

Nar


Minimal bir hikaye Nar, aynı zamanda oyuncu kadrosu minimal, mekan minimal kısaca her şeyi ile minimal. Spoiler vermeden filmin hikayesinden bahsetmek biraz zor gibi gözüksede kısaca değinirsek; Falcı bir kadının kendi adaletini aramaya çal
ışması üzerinde kapalı bir mekanda geçiyor film. Karakterlerinin hepsi farklı sınıflardan olan bu insanlar arasında başta adalet üzerine ilerleyen film sınıfsal toplum üzerine bir tespit yaparak ve birazda sürpriz bir sonla noktalanıyor. Bana film ister istemez Asghar Farhadi filmlerini hatırlattı. Ümit Ünal'da Farhadi gibi farklı sınıflardan insanları bir araya getirerek (A Seperation) yaşadıkları hayatı sorgulatıp, küçük bir olay sonucunda (About Elly) nasılda yerle bir oldukları üzerine bir film kotarmaya çalışmış. Bunu belli olçüler de başarmış hatta filmdeki sürreal izleri de sayarsak son yıllarda böylesine farklı bir Türk filmi izlemedik muhtemelen. Fakat Farhadi sınıfsal bir tespit yaparken hatırladığımız üzere senaryosunu ince ince işliyor, perdede gördüklerimizi gerçek hayattan ayırt edemeyeceğimiz oyuncu performanslarıyla izleyicisine sunuyordu. Fakat Nar bu noktada belkide birazcık senaryosunun zayıflığına yeniliyor. Deniz ve Sema çok çabuk çözülüyorlar. Bu çözülme Sema'nın diline didaktik bir şekilde yansıyor. Kapıcının para yerine onuru tercih ettiği bölüm ise her ne kadar bunu film finalinde dengelemeye çalışsa da bu sınıfsal tespitte birazcık yanlı bir tarafa kayıyor. 



Senaryosu üzerine biraz daha çalışılsaymış ağlarla buluşacak olan film ne yazık ki direkten dönmüş. Sinemamızda pek iyi örneklerini göremediğimiz korku-gerilim hatta surreal izler Ümit Ünal'ın elinde sadece "iyi" diyebileceğimiz bir yapıma dönüşmüş.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas