Seri bir şekilde akan yol ve çizgilerine bin bir türlü anlam yüklemek mümkün. Filmin protagonisti için bu otoban, fantezi evreni ile kendi gerçekliği arasında kurduğu bir köprü işlevi görürken; biz izleyiciler için en çok benzediği şey “pelikül”dür. Lynch, izleyiciyi pasif bir seyirci olmaktan çıkarır; filmi, boşlukları doldurması gereken bir yapı olarak sunar. Bu yüzden otoban yalnızca akmaz, aynı zamanda bir “projeksiyon yüzeyi” gibi boş durur. İzleyicinin kendi anlamlarını, korkularını, beklentilerini üzerine yansıtmasını bekler.
Film boyunca hem protagonist hem de izleyici için tuhaf yerlerde karşımıza çıkan, gizemini hiç kaybetmeyen “Adam” figürü, bu boş alanları doldurmanın en somut hâlidir. Adam, yalnızca bir karakter değildir; izleyicinin röntgenci konumunun vücut bulmuş hâli, kamera bakışının şiddetinin avatarıdır. Elinde kamerayla Fred Madison’ın karşısına çıkar, çiftin evine izinsiz girer, çıkar. En kritik an ise Fred’le telefonda konuştuğu sahnedir: Hem evde hem partide aynı anda bulunarak mantığı çökertir. Bu, anlatının fiziksel değil zihinsel bir labirent olduğunu ilan eder; izleyici artık filmin dışında değil, kıstırıldığı bir bilinç alanının içindedir.
Filmin ilk bölümü Fred Madison’ın diafondan “Dick Laurent öldü” sözünü duyması ve evlerinin önünde bir videokaset bulmasıyla açılır. Kasede gece eve gizlice girilmiş ve çift uyurken çekim yapılmıştır. Ardından gelen ikinci kasette Fred, karısını vahşice öldürürken görülür. Hatırlamadığını söylese de idama mahkûm edilir. Fred’in cinsel iktidarsızlığı ve karısının kendisini aldattığına dair paranoyaları, bu cinayetin psikolojik zeminini oluşturur. Renee ise düz siyah saçlarıyla sessiz, soğuk ve edilgen bir figür olarak Fred’in bastırdığı her şeyi temsil eder.

Hapishanede anlatı ani ve kafkaesk bir kırılmaya uğrar: Fred kaybolur ve hücrede Pete belirir. Pete’in suçla ilgisi yoktur ve serbest bırakılır. Ancak bu dönüşüm, basit bir beden değişimi değil; Fred’in bilinçdışının yarattığı bir kaçıştır. Pete, Fred’in olmak istediği fakat olamadığı her şeydir: genç, arzulanan, cinselliğini özgüvenle taşıyan biri. Patricia Arquette bu sefer Alice olarak çıkar karşımıza; Renee’nin tam zıttı olan, tamamen yeniden yazılmış bir arzu nesnesi. Sarı dalgalı saçları, özgürlüğü ve tehlike çağrıştıran varlığıyla klasik bir femme fatale’dir. Fakat femme fatale oluşunun anlamı yalnızca görsel değildir: Alice, Fred’in zihninin ürettiği bir idealizasyon; Renee’nin erotize edilmiş, “kontrol edilebilir” bir fantazi versiyonudur.
Pete’in Alice üzerindeki “sahip olma” arzusu, filmin en kilit cümlesiyle çatlar:
“Bana asla sahip olamayacaksın.”
Bu replik, hem Fred’in hem Pete’in iktidar fantezilerinin çöktüğü andır. Alice’in sahildeki eve girip evin havaya uçması, bu çöküşün görsel karşılığıdır. Patlama, yalnızca bir mekânın yok oluşu değil; Fred’in kendine inşa ettiği tüm alternatif kimliklerin yanıp kül olmasıdır.
Bu sahneden sonra anlatı Fred’e geri döner. Lynch, kadın–erkek ilişkisine sinmiş tüm iktidar alanlarını tasfiye eder ve izleyicinin de bu tasfiyeyi bizzat keşfetmesini sağlar. Film boyunca boşluğuyla bizi takip eden otoban bu noktada artık boştur değil, doludur: Hem Fred’in parçalanmış benliğinin izleriyle hem de izleyicinin pelikül üzerindeki anlam katkılarıyla. Otoban bir film şerididir ve bu şerit, artık hem anlatı hem bilinç hem de fantazinin birleşmiş hâlidir.

Finalde Fred yoldadır, peşinde polisler… Ancak bu son sahne, filmin döngüsel yapısı sebebiyle “son” değildir. Lost Highway kendi kuyruğunu ısıran bir anlatıdır; final başlangıca bağlanır. Otoban, Fred’in zihninin kapalı devre döngüsüdür. İzleyici filmi bitirdiğini sanırken anlatı çoktan tekrar başa dönmüştür. Böylece pelikül hem boşalan hem dolan hem de yeniden başa saran bir bilinç şeridine dönüşür.



Yorumlar