Ana içeriğe atla

True bLooD


Kariyerinde Amerikan rüyasını geren, American Beauty gibi oscarlı bir başyapıt ve "Six Feet Under" gibi mükemmel bir dizi bulunduran Alan Ball'un bu yeni bombasına kayıtsız kalmak imkansız tabiki. Küçük bir kasabada geçen True Blood, "Jace Everett - Bad Things" jeneriğiyle başlıyor. Ve dizinin kalitesi daha jeneriğiyle belli ediyor kendisini. Alan Ball'un diğer izlediğim yapıtlarında olduğu gibi Amerikan Yaşam tarzına taşlamalar mevcut bu dizide de, konu vampirler olunca ve vampirleri sosyal hayatın içine dahil edince film ırkçılık, demokrasi üzerine okumalara gayet açık oluyor. Amerikan iç savaşına katılmış bir vampir, zenciler, çeşitli yaratıklar,şeytanlar da...Uygun göstergeler olarak diziye hizmet ediyor. Demokrasi denen şeyin bireye değil de toplumsal hayatı düzenlemek için birey haklarına hizmet ettiğinin ve bunu birey üzerinden sorgulamanın da bu düzeni sekteye uğratacağını düşündürüyor dizi. Tabi bu kurallara boyun eğme, bu kuralları sorgulamamanın ve onu kayıtsız kabul etmeden geçmiyor. "Özgürlük insanın kendi koyduğu kurallara uymasıdır." O kuralların yapılandırılırken insanın merkeze kendi isteklerinin yanında toplumun isteklerini de koyması gerekiyor. Kendi isteklerinin diğer bireylerin haklarını zedelememesi gerekiyor. Ve insanın her bireyi eşit görmesi gerekiyor...Dizideki her karakterin özgürlükçü, eşitlikci ağızlarının yanında, baskın "ötekini" sindirmeye çalışma çabaları ve kendi haklarından bahsederken "ötekinin" haklarını hiçe saymaları da bu okumalara neden oluyor...

Koyulan kurallar insanları intikam almaya yönlendiriyorsa, medeniyetin ne anlamı var ki?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas