FİLMİN KONUSU Yıl 1977. Soğuk Savaş’ın tam kalbi, ikiye bölünmüş Berlin. Genç ve hırslı Amerikalı dansçı Susie Bannion, dünyaca ünlü Helena Markos Dans Akademisi’ne katılmak üzere şehre gelir. Ancak bu prestijli okul, sanatın kutsandığı bir tapınaktan ziyade; duvarlarında kadim bir kötülüğün nefes aldığı, kayıp öğrencilerin fısıltılarının yankılandığı bir cadı meclisidir. Susie, başkareograf Madame Blanc’ın kanatları altında yükselirken; psikoterapist Dr. Klemperer, kaybolan öğrencilerin izini sürerek bu karanlık yapıyı çözmeye çalışır.
1977, Berlin.
Alman Sonbaharı’nın o kurşun gibi ağır havası, gri gökyüzü, sokaklarda patlayan RAF bombaları ve hepsinin ortasında, bir sanat okulu maskesi takmış o betonarme kabus: Helena Markos Dans Akademisi. Luca Guadagnino’nun Suspiria’sı, klasik bir korku filminden ziyade; soğuk, politik ve tarihsel bir tezdir. Bir masal anlatmak yerine, 1977 Berlin'inin ruhsal bir otopsisini yapar. Ve bu otopsi raporu, sandığınızdan çok daha karanlıktır.
1. Neon Yerine Beton: Gri Bir Ağıt
Bu filmde renk cümbüşü yok; doku var. Yağmurun ıslattığı betonun, çürüyen duvarların ve Soğuk Savaş'ın grisi var. Korku, estetik bir şovdan çıkıp tarihin kemiklerine işliyor. Thom Yorke’un o tekinsiz “Unmade” şarkısı çalarken hissettiğiniz şey korku değil; insanlığın haline duyulan derin bir yastır.
2. İktidarın Siyasi Haritası: Taraflar
Akademi binası, aslında bölünmüş Berlin'in ve 20. yüzyılın siyasi haritasının bir maketi gibidir. Karşımızda üç farklı güç odağı çarpışır:
Helena Markos (Faşizmin "Fırsatçı" Ortağı): Akademinin zemininde yaşayan bu ucube, sadece bir Nazi kalıntısı değil; iktidar uğruna Nazilerle "aynı yatağa girmeyi" kabul etmiş pragmatik bir kötülüktür. Naziler kadınları sadece "doğurgan anneler" olarak kodlarken, Markos kendi mikro iktidarını korumak için makro faşizme boyun eğmiş (ya da onunla pazarlık yapmış) bir parazittir.
Patricia ve RAF (Başarısız Sol): Sokaklardaki karmaşayı akademi de görmek mümkün. Akademide Markos’u ifşa etmeye çalışan öfkeli gençler var. Patricia, sistemin çürümüşlüğünü görüyor, isyan ediyor ama gücü yetmiyor.
Susie Bannion (Amerika / Yeni Hegemonya): Ve sahneye dışarıdan, Ohio’nun mısır tarlalarından gelen o kız giriyor. Federal Almanya'nın kaostan çıkıp yükselebilmesi için ihtiyaç duyulan o "yeni ve mutlak lider" profiliyle.
3. Madame Blanc: Avrupa’nın Yorgun ve "Kibar" Vicdanı
Suspiria’daki en trajik figür ne Markos’tur ne de kurban edilen öğrenciler… Asıl trajedi, Avrupa’nın Aydınlanmacı yüzünü temsil eden Madame Blanc’tır. Kibardır, entelektüeldir, sanatı her şeyin üstünde tutar. Markos’un çürümüşlüğünden iğrenir ama bodrum katında yaşamasına göz yumar. Blanc aslında sadece göz yummuyor; hayatta kalmak ve sanatını yaşatmak için kurbanlara razı oluyor bir nevi.
Teslimiyetin Erotizmi: Filmin en büyük ironisi şudur: Yeni Amerikan Hegemonyasına (Susie’ye) ilk teslim olan, Avrupa’nın faşistleri değil, liberalleri olur. Blanc, Susie’ye baktığında bir tehdit değil, erotik bir "iktidar fetişi" ile bir kurtarıcı görür. Yorgun Avrupa, kendi içindeki çürümüşlükten kurtulamayınca, dışarıdan gelen o parlak Amerikan gücüne aşık olur.
4. Susie Bannion: Kurtarıcı Maskeli İşgalci
Susie’nin hikayesi bir "kurbanın uyanışı" değil, bir "iktidar devridir." Annesinin "Sen benim günahımsın" dediği o karanlık güç, Berlin'e sanat öğrenmeye değil; tahtını geri almaya gelmiştir. Susie, Nazi kalıntısı Markos’u öldürürken demokrasi getirmez; solcu isyancıları (Patricia’yı) kurtarmaz, sadece susturur. Finalde göğsünü açıp "Ben O'yum" dediği an, Amerika'nın Avrupa'ya bakışının özetidir: "Siz kendi pisliğinizi temizleyemediniz. Kenara çekilin, artık kuralları ben koyuyorum."
5. Tarihsel Bağlam: Alman Sonbaharı ve "Federal Almanya"nın Yükselişi
Filmin zaman çizelgesi tesadüf değildir. Radyoda sürekli duyduğumuz RAF haberleri, bir devrin cenaze marşıdır. Film, RAF liderlerinin hapishanedeki ölümleriyle sol devrim hayalinin bittiği ve Batı Almanya’nın otoritesini mutlak olarak ispatladığı o kritik haftalarda geçer. Modern Federal Almanya'nın kurulabilmesi için, hem bodrumdaki Nazi dedelerin ölmesi hem de sokaktaki isyancı çocukların susturulması gerekiyordu. Susie, bu iki ucu da temizleyerek o "gri ve düzenli" yeni Almanya'nın önünü açan güçtür.
6. İktidar Paradoksu: Mikrodan Makroya Akan Bir Ağıt
Suspiria’nın en sinsi ama en güçlü damarı, iktidarın yalnızca yukarıdan aşağı işlememesi; tam tersine küçük yapılardan büyük yapıya doğru da aktığı o paradoksal döngüdür. Nazilerin kadına yalnızca “annelik” rolü biçtiği bir dönemde dahi Akademi’nin kendini görünmez kılıp hayatta kalabilmesi, mikro iktidarların büyük iktidarın gölgesine göre nasıl biçim değiştirdiğini gösterir. İktidarın rüzgârı hangi yönden esiyorsa, okul o rüzgâra göre kamufle olur, eğilir, sağ kalır. Tam da bu noktada Süleyman Demirel’e atfedilen meşhur sözü hatırlamakta fayda var:
“İktidarın değişeceğini anladığı gün, trafik polisinin bile tutumu değişir.”
Markos rejiminin çöküşü de böyledir. Daha Susie okula girmeden, yalnızca “iktidar değişimi kokusu” havaya karıştığında; karar mekanizmaları titrer, Blanc’ın sessiz muhalefeti güçlenir. İktidar önce havada değişir; sonra bedenlerde, ardından kurumsal yapıda yankı bulur. Bu döngü, Foucault’nun mikro-iktidar kavrayışıyla örtüşür: Akademi, devlet kadar siyasal bir aygıttır.
7. Koreografinin Politikası: "Volk" ve Faşizmin Son Dansı
Filmdeki dans sahneleri estetik birer gösteri değil; siyasi birer metindir. Özellikle okulun imza eseri olan "Volk" (Almanca: Halk) gösterisi, isminden de anlaşılacağı üzere Markos rejiminin Nazi geçmişiyle olan "kan ve toprak" bağını simgeler. Koreografideki o sert, köşeli, nefes nefese bırakan ve adeta bir travma nöbetini andıran ilkel figürler, eski iktidarın (Eski Avrupa’nın) çektiği ve çektirdiği acının bedensel dışavurumudur. Susie’nin "Volk"un baş dansçısı olarak sahneye çıkması ve eseri tamamlaması tesadüf değildir. Bu bir gösteri değil, eski rejimin cenaze törenidir. Susie, "Volk"u kusursuzca oynayarak eski iktidarın dilini son kez konuşur, onu tüketir ve bitirir.
8. Rasyonel Aklın İflası: Dr. Klemperer
Ve Dr. Klemperer… Filmin en sakin görünen yüzü, aslında yıllardır buzun altında sakladığı bir "hayatta kalmış olma" (survivor's guilt) suçluluğuyla yürür. Yahudi karısını o karanlığın elinden kurtaramadığı o an, hayatının kırılma noktasıdır. Bilimin ışığıyla kendini aklamaya çalışsa da o ışık artık hiçbir şey aydınlatmaz. Akademi’deki gizemleri çözmeye çalışırken aslında kendi çaresizliğinin iç mimarisini inceler. Cesaret sandığı şey gecikmiş bir telâfidir; adalet sandığı şey ise kendi geçmişine yazmaya çalıştığı bir masal. Klemperer’in trajedisi şudur: Geç kalan yüzleşme, yüzleşme değildir. Susie’nin onun hafızasını silmesi, hem kişisel hem politik bir cümledir:
Sizin tarih yazımınıza ihtiyacımız yok.
Yıllardır kurtaramadığı karısının yüküyle boğulan adam, sonunda o yükten kurtulur—ama özgürleşerek değil, silinerek.
SONUÇ: Kanlı Bir Yeniden Doğuş
Suspiria (2018), sadece bir cadı hikayesi değil; Avrupa’nın siyasi bilinçaltına yapılmış bir açık kalp ameliyatıdır. Film bittiğinde hissettiğiniz şey korku değil, ağır bir melankolidir. Çünkü Markos gitmiş, Susie gelmiştir. Yağmur hala yağmaktadır. Bu film, yalnızca eski iktidarın ölümü için değil; yeni iktidarın kaçınılmaz karanlığı için de yazılmış bir ağıttır.
📽️ Nerede İzledim: Sinema (2018) - Apple TV ⭐ Sinetown Notu: 8 / 10






Yorumlar