Lynne Ramsay sineması, konvansiyonel anlatı kalıplarını kıran, duyusal (sensory) deneyimi ve karakter psikolojisinin tekinsiz dehlizlerini merkeze alan yapısıyla bilinir. Ancak Jennifer Lawrence ve Robert Pattinson’ı bir araya getiren son filmi Die, My Love; yönetmenin alametifarikası olan bu üslubun, anlatısal bir zeminden yoksun kaldığında nasıl bir "biçimcilik" tuzağına düştüğünün hazin bir örneğini teşkil ediyor. Film, izleyiciyi karakterin iç dünyasına davet etmek yerine, onu bir laboratuvar camının ardına iterek "deliliğin estetik bir temsili" ile baş başa bırakıyor.
Klinik Bakış ve Hikâye Anlatıcılığının İflası
Sinemada atmosfer yaratma becerisinin, dramatik bir yapı kurma gerekliliğini gölgelediği; hikâye anlatmak yerine sadece bir "durum tespiti" (situation over story) yapmayı yeğleyen anlayış, bu filmde kristalize oluyor. Yönetmen, Grace karakterini yaşayan bir dramatik özne olarak kurmaktan ziyade, ona dışarıdan izlenen bir "vaka" mesafesiyle yaklaşıyor. Karakter, izleyici nezdinde empati kurulabilecek bir insandan çok, davranışları ve krizleri gözlemlenen bir inceleme nesnesine dönüşüyor.
Anlatıdaki izlek, organik bir derinleşmeden ziyade mekanik bir envanter dökümünü andırıyor: Film, postpartum depresyon ile açılıp cinsel tatminsizliğe (sexual frustration), oradan varoluşsal sancılara ve toplumsal uyumsuzluğa evriliyor; hastane sekanslarında çocukluk travmalarına uğrayıp en nihayetinde metafiziksel bir belirsizliğe kırıyor. Ancak temel sorun, Grace’in psikolojisini kuşatması beklenen bu unsurların hiçbirinin, dramatik yapıda hakiki birer "dış tehdit" ağırlığına sahip olmaması. Sanki bir senaryo "check-list"inden sırasıyla tik atılıp geçilen bu duraklar, karakter üzerinde derinleşemediği ve sadece yüzeysel birer işaretleyici olarak kaldığı için izleyici ile Grace arasında gereken duygusal rezonansı kurmakta yetersiz kalıyor.
Sisyphus’un Kayası ve Eylemsizlik
Albert Camus, Sisyphus Söyleni’nde absürdün karşısında insanın duruşunu tanımlarken; "Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter" der. Dramatik yapının temelinde, karakterin bu "didinme" hali, yani eylemliliği yatar. Grace karakterinde ise bu eylemlilik yerini mutlak bir pasifize oluşa bırakıyor.
Karakterin maruz kaldığı buhranın kökenleri flu bırakıldığı için, Grace’in eylemleri –özellikle havuz sekansındaki gibi– birer "çığlık" olmaktan çıkıp, bağlamından kopuk "performanslara" dönüşüyor. İzleyici, karakterin trajedisine ortak olmak yerine, tam da filmin eleştirmeyi hedeflediği o "yargılayıcı çevre" (gaze of the other) konumuna itiliyor. Grace'in içsel cehennemi, dışsal bir şova evriliyor.
Performansın Özerkleşmesi ve Yabancılaşma
Jennifer Lawrence’ın şüphesiz ki üst düzey olan fiziksel performansı, senaryonun ona sağlam bir "kök" (bağlam) sunamaması nedeniyle havada asılı kalıyor. Sinemada oyunculuk, anlatının hizmetinde olduğu sürece bir anlam ifade eder. Ancak burada performans, anlatıdan bağımsızlaşarak kendine referans veren (self-referential) bir yapıya bürünüyor.
Film, izleyiciye vaat ettiği "toksik ilişki" dinamiğini de kurmakta yetersiz kalıyor. Robert Pattinson’ın canlandırdığı eş figürü, dramatik çatışmayı besleyen bir antitez olmak yerine, kadrajda doldurulması gereken bir boşluk olarak konumlanıyor. Çatışmanın ve neden-sonuç ilişkisinin yokluğunda, karakterin finaldeki çözülüşü veya metafiziksel kaçışı, izleyicide beklenen katarsisi yaratmaktan aciz kalıyor.
Sonuç: Estetik Bir Kabuk, Boş Bir Çekirdek
Die, My Love; biçimsel yetkinliğin, dramatik derinliği ikame edemeyeceğinin bir kanıtı niteliğinde. Yönetmen, karakterinin neden acı çektiğini anlatmak yerine "nasıl" delirdiğini estetikleştirmeyi seçmiş. Sonuç ise; izleyicinin zihninde karakterin değil, oyuncunun tekniğinin kaldığı; duygusal rezonansı düşük, teknik olarak kusursuz ama ruhen "ölü" bir sinema deneyimi.




Yorumlar