Ana içeriğe atla

Tár - 2022

Tár: Gücün Müziği, Ahlakın Sessizliği

1. Filmin Konusu

Todd Field’in 2022 yapımı Tár, müzik dünyasının en saygın isimlerinden biri olan orkestra şefi Lydia Tár’ın (Cate Blanchett) yükselişini ve yavaş yavaş çöken iç dünyasını anlatır. Berlin Filarmoni Orkestrası’nın başında olan Lydia, hem bir dâhi hem de güçlü bir otorite figürüdür. Disiplinli, zeki ve duygusal mesafesini koruyan bu kadın, modern sanat dünyasının en etkili simalarından biridir.

Ancak başarı, zamanla onun etrafındaki her şeyi biçimlendirir: ilişkilerini, sevgisini, vicdanını ve nihayetinde sanatını. Lydia’nın kontrol saplantısı yavaş yavaş dağılırken, geçmişindeki etik ihlaller gün yüzüne çıkar ve içsel çöküşü hızlanır. Tár, bir “iptal kültürü” ya da skandal hikâyesi değil; güç, sanat ve insan ruhu arasındaki tehlikeli ilişkiyi gözler önüne seren bir meditasyondur.

2. Gücün Müziği: Lydia Tár Kimdir?

Lydia Tár, modern çağın tanrısız dâhilerinden biridir. Elinde batonla sadece orkestrayı değil, bütün bir dünyayı yönetir gibi görünür. Onun için müzik bir ibadet, bir disiplin ve bir iktidar biçimidir. Ancak Lydia’nın gücü yalnızca sanatsal değil; sosyal, ekonomik ve cinsiyet temellidir. İstediği kişiyi işe alabilir, istemediğini yok sayabilir. Bir öğrencisiyle yaşadığı kısa bir etkileşim bile onun kariyerini belirleyebilir.

Todd Field’in kamerası, Lydia’nın bu gücü nasıl kullandığını neredeyse belgesel titizliğiyle izler: Her jesti, her sessizliği, her nefes kontrolü bir “iktidar eylemi”dir. Ancak Lydia, gücü elinde tutarken giderek insanlığından uzaklaşır. Hasta bir komşusuna yardım ettiği sahnede bile, “iyilik” eylemi mekaniktir; empati göstermez, sadece görevini yerine getirir. Bu sahnede biz de onun dünyasına karşı bir yabancılaşma hissederiz: Lydia’nın soğukluğu, seyircide de bir mesafe yaratır.

3. Bach ve Ahlak İkilemi

Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, Lydia’nın ders sırasında siyahi bir öğrencisiyle yaşadığı tartışmadır. Öğrenci, “Bach’ı sevmiyorum çünkü o beyaz, ataerkil bir adamdı” der. Lydia ise keskin bir karşı argümanla yanıt verir: “Eğer sanatçının kişiliğine göre sanatını reddederseniz, sanat tarihinin büyük kısmını çöpe atarsınız.”

Bu sahne, sanat ve ahlak arasındaki ilişkiyi merkezine alan bir tartışmadır. Lydia’nın dediği doğrudur, fakat film boyunca gördüğümüz kadarıyla, o da bu cümleyi kendi çıkarını korumak için kullanmaktadır. Sanatı ahlaktan ayırmak kolaydır; ama sanatçı kendi ahlakını yok sayarak sanatını icra ettiğinde ortaya çıkan şey saf müzik mi olur, yoksa sessiz bir tahakküm mü? Todd Field yanıtı doğrudan vermez; yalnızca Lydia’nın kendi sözlerinin tuzağına düşüşünü gösterir. Filmin sonunda, Lydia fark eder ki sanat, sanatçıdan bağımsız değildir: Bilinç kirlenirse, ses de kirlenir.

4. Marx’ın Gölgesi: Bilinç ve Varlık

Marx’ın “Tarihi belirleyen şey bilinç değil, bilinci belirleyen şey varlıktır” sözü, Lydia Tár’ı anlamak için güçlü bir anahtardır. Lydia’nın varlığı, üst sınıf bir kültürel düzenin ürünüdür. Eğitim aldığı okullar, sanat çevresi ve ekonomik ayrıcalıkları, onun “evrensel” sandığı sanat anlayışını şekillendirir.

Bu bağlamda, Lydia’nın “ahlaktan bağımsız sanat” düşüncesi bile belli bir sınıfsal ayrıcalığın yansımasıdır. Sanatın özerkliğini savunurken bile sistemin merkezinden konuşur. Ancak Marx’ın dediği gibi, toplumsal yapı değiştikçe bilinç de değişir. Lydia’nın düşüşü hem bireysel hem de tarihsel bir dönüşümün sembolüdür: Kültürel iktidar alanının çöküşü ve “dâhi” statüsünün demokratik eleştiriye dayanamaması.

5. Nietzsche’nin Güç İstenci

Lydia Tár bir Nietzsche karakteridir: Tanrısız bir dünyada kendi değerlerini yaratmaya çalışan bir kadın. Otoriteye boyun eğmez, kendi kurallarını koyar. Ancak Lydia’nın trajedisi, Nietzsche’nin “güç istenci” kavramının çarpık biçimde vücut bulmasıdır.

Nietzsche’ye göre üstün insan, yaratım gücüyle dünyaya anlam verir. Lydia ise yaratmaz; var olan düzeni mükemmelleştirir. Disiplinle, kontrolle, mükemmel icrayla tanrılaşmak ister, ama bu süreçte kendini boğar. Sanatı kutsadıkça insanlıktan, müzikteki armoniyle birlikte duygudan da kopar. Film ilerledikçe Lydia’nın beden dili değişir: Eller sertleşir, yüz ifadesizleşir, sesi mekanikleşir. Gücün insanda yarattığı deformasyon Blanchett’in oyunculuğunda somutlaşır. Son sahnede, video oyunu müziği için şeflik yaparken hâlâ disiplinle yönetir, ama artık hiçbir şeye hükmetmemektedir. Güç kalır, anlam gider.

6. Kusursuzluk ve Ahlak

Tár, işin kusursuzluğunun tek başına ahlaki üstünlük getirmediğini gösterir. Temizlik işçisi büyük bir binayı kusursuz temizler; bu, ahlaki olarak değerli ve toplumsal açıdan önemlidir. Lydia da işini kusursuz yapar, ama gücünü kötüye kullandığında Tanrılaştırma tuzağına düşer. İşin mükemmelliği kişiyi Tanrı hâline getirmez; etik sınırlar ihmal edilirse trajedi başlar. Temizlik işçisinden beklenen ahlaki davranış, Lydia’dan da beklenmelidir. Teknik başarı, etik sorumlulukla birleşmediğinde yalnızca trajedi yaratır.

7. Toplumun Rolü: Tanrılaştırmanın Mekanizması

Bu trajedi yalnızca karakterin hatasından kaynaklanmaz. Toplum, öğrenciler ve çalışanlar Lydia’yı Tanrılaştırdığında, düşüşün alanı genişler. Film başında okunan epik CV, başarıları bir destan gibi sıralayarak kutsal bir öykü yaratır. Günümüzde bu, CEO veya founder’ların medyadaki kahraman hikâyeleriyle paraleldir. Siyahi öğrenciyle tartışma, Lydia’ya bir ön uyarıdır: Gücü ne kadar büyük olursa olsun, kontrol mutlak değildir. Toplumun tanrılaştırmadaki rolü, trajedinin ikinci aktörüdür; karakter yalnız başına düşmez, çevre ve sistem çöküşü biçimlendirir.

8. Coğrafyanın Dili: Batı’da Düşüş, Doğu’da Arınma

Lydia’nın trajedisi ve potansiyel arınma süreci, hem psikolojik hem de coğrafi bir yolculuktur. Film, çöküşü Batı medeniyetinin ve yüksek sanatın kalesi Berlin’de yaşatır; Lydia’nın egosunun ve gücünün zirvede olduğu yerdir. Ancak kibir kalesi yıkıldığında, film onu Uzak Doğu’ya gönderir.

Doğu, Lydia’nın adının hiçbir şey ifade etmediği, egosunun sıfırlandığı bir mekândır. Bireysel deha değil, kolektif ürün (video oyunu müziği) ön plandadır. Batı’da tanrısallığını inşa eden Lydia, Doğu’da ruhsal bir yüzleşme yaşar; masaj salonundaki sahne, kendi sömürü düzeninin yansımasıyla karşılaştığı acı verici bir aydınlanmadır. Lydia’nın arınması, Batı’da kaybettiği ruhunu Doğu’nun egodan arındıran atmosferinde bulma ihtimaliyle başlar. Bu, filmin trajediyi umut potansiyeliyle sonlandırmasının güçlü bir sembolik adımıdır.

9. Sonuç: Sanat, Güç ve İnsanlık

Tár, bir kadının düşüşü değil; insanlık, güç ve ahlak arasındaki ilişkiyi tartan bir meditasyondur adeta. Sanat, işin niteliği ne olursa olsun, Tanrılaştırma tuzağına düşmemelidir. Güç, prestij veya teknik mükemmellik, etik sorumluluk olmadan trajedi yaratır.

Lydia Tár’ın trajedisi, yalnızca kendi hatalarından değil; toplumun, öğrencilerinin ve çevresinin onu Tanrılaştırmasının yarattığı çerçevede gerçekleşir. Film, başarı ve yeteneğin büyüklüğü ne olursa olsun, ahlaki sorumluluk ve insanlığın her zaman öncelikli olması gerektiğini hatırlatıyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

In Bruges

Giriş Martin McDonagh ’ın 2008 yapımı In Bruges filmi, kara mizah ve suç temalarını derinlemesine işleyen, görsel ve tematik olarak son derece zengin bir yapıt olarak öne çıkar. Film, iki tetikçi olan Ray ( Colin Farrell ) ve Ken’in ( Brendan Gleeson ) Londra’daki başarısız bir görev sonrasında patronları Harry ( Ralph Fiennes ) tarafından Belçika ’nın tarihi ve sakin şehri Brugge ’a gönderilmesiyle başlar. Görevleri, ortalık sakinleşene kadar şehirde turist gibi dolaşmak ve beladan uzak durmaktır. Ancak şehirde geçirdikleri süre, kişisel hesaplaşmalar ve içsel çatışmalarla dolu bir deneyime dönüşür. Trailer Ray, geçmişteki hatalarının vicdan azabıyla boğuşurken, Ken daha çok şehrin tarihi ve mimari güzelliklerine odaklanır. Brugge’un huzurlu atmosferi, karakterlerin içsel dünyalarıyla tezat oluşturur. Patronları Harry’den gelen beklenmedik bir telefonla olaylar dramatik ve duygusal bir yöne evrilir. Film, kara mizah yönüyle de dikkat çeker; özellikle Ken, Ray ve Harry kara...

Le Otto Montagne - The Eight Mountains - 2022

The Eight Mountains: Doğanın Mabedi, Babalığın Ağıdı Giriş: Filmin Konusu The Eight Mountains , iki çocukluk arkadaşı Pietro ve Bruno’nun hikâyesini anlatıyor. Pietro şehirde büyüyen, modern yaşamın içinde kaybolmuş bir gençtir; Bruno ise dağlarla çevrili bir köyde, doğayla bütünleşmiş bir hayat sürmektedir. Film, onların yıllar süren dostluğunu, babalarıyla olan karmaşık ilişkilerini ve doğayla kurdukları bağı izler. Zamanla bu dostluk, eksik baba figürleri ve doğayla mücadele üzerinden modern insanın varoluşsal sınavına dönüşür. Doğa: Nostalji mi, Mücadele mi? Film, doğayı iki farklı biçimde konumlandırır. Pietro için doğa bir nostalji alanıdır : şehirde yaşayan, içsel boşluğunu doldurmaya çalışan modern bireyin özlem mekânı. Dağ, onun için geçmişin saf anılarına açılan bir kapıdır. Bruno içinse doğa bir mücadele alanıdır . O, doğanın içinde yaşar, onun kurallarına göre hayatta kalır. Pietro doğayı izler; Bruno yaşar. Bu fark, modern insanın doğayla kurduğu mesa...

Sinners

  Kültürel Hegemonya:  Sinners                                           ·          Sinners*, ikiz kardeşler Elijah ve Elias’ın hikâyesini anlatıyor. Tanıdık bir zeminde yeni bir başlangıç yapmak isteyen ikili, Chicago ’nun yeraltı dünyasındaki eski hayatlarını geride bırakıp memleketleri Clarksdale, Mississippi ’ye dönerek bir bar açarlar. Bu süreçte, merkezinde Sammie ’nin olduğu, blues müziği ve vampir efsaneleri ile dolu bir hikâye ortaya çıkar. Ryan Coogler ’ın 2025 yapımı Sinners , yalnızca türler arası bir postmodern oyun değil; aynı zamanda tarihsel-politik bir eleştiri aracı. Southern Gothic atmosferi, vampir mitosu , blues’un büyüsü ve dönemsel dramayı harmanlayan film, hem tür sinemasına göz kırpıyor hem de derin bir toplumsal okuma alanı açıyor. Blues ve Kimlik Filmin kalbinde Sammie var. Eski bir blues şa...