Aklını Kaybetmenin Anatomisi: Possession
Filmin Konusu:
Hikâye, (görünüşte) basittir. Mark (Sam Neill), uzun bir görevden sonra evine, Batı Berlin'e döner. Karısı Anna (Isabelle Adjani), ondan ayrılmak ister. Mark, bu ayrılığın nedenini takıntılı bir şekilde araştırmaya başlar; karısının bir sevgilisi (Heinrich) olduğundan şüphelenir. Ancak Mark'ın keşfedeceği şey, basit bir ihanetten çok daha karanlık, akıl almaz ve canavarca bir sırdır. Anna, sevgilisinden de gizlediği metruk bir binada, "bir şeye" bakmaktadır.
Żuławski, bu basit konuyu alır ve bir ayrılık acısının nasıl bir delirme haline, o "diğerini" tanıyamama ve canavarlaşma anına dönüştüğünü, kelimenin tam anlamıyla fiziksel bir dehşetle yüzümüze çarpar. Bu film bir ayrılığı anlatmaz; bu film, ayrılığın ta kendisidir.
Makrodan Mikroya Bölünme: Berlin Duvarı ve Apartman Dairesi
Żuławski, bir "ayrılma" hikayesi anlatmak için dünyadaki en "bölünmüş" mekanı seçer: Soğuk Savaş dönemi Berlin'i. Bu, bir fon tercihinden çok daha fazlasıdır; bu, filmin anahtar metaforudur.
Film, makro düzeyde bir duvarla (Berlin Duvarı) ikiye ayrılmış bir şehrin paranoyasını ve tekinsizliğini alır, bunu mikro düzeye, yani Mark (Sam Neill) ve Anna'nın (Isabelle Adjani) apartman dairesine indirger.
Şehir Duvarı: Dışarıdaki o beton duvar, sadece politik bir ayrımı değil, aynı zamanda ideolojik, sosyal ve ahlaki bir kopuşu temsil eder. Bir "biz" ve bir "öteki" yaratır.
Evin Duvarı: Aynı duvar, görünmez ama daha da yıkıcı bir şekilde, Mark ve Anna'nın arasında örülmüştür. Evin içindeki o boğucu sessizlik, dışarıdaki şehrin politik geriliminin psikolojik bir yansımasıdır.
Filmin büyük bir kısmında gördüğümüz o boş Berlin sokakları da bu yüzden önemlidir. Bu boşluk, fiziksel bir boşluk değil, psikolojik bir peyzajdır. Mark ve Anna'nın iç dünyalarının, kendi "cehennemlerinin" dışa vurumudur. O sokaklar, tıpkı karakterlerin ruhları gibi boşalmış, anlamını yitirmiş ve "No Man's Land" (Tarafsız Bölge) haline gelmiştir.
Ayrılığın Alegorisi: Soyut Acıyı Somut Dehşete Dönüştürmek
Possession'ı bu kadar güçlü ve hazmı zor yapan şey, ayrılık acısıyla ilgili tüm o soyut metaforları alıp, onları literal (gerçek anlamıyla) ve fiziksel bir dehşete dönüştürmesidir.
Normalde ayrılıkta ne deriz?
"O artık tanıdığım insan değil, bir canavara dönüştü."
Film: Anna, kelimenin tam anlamıyla bir canavarla ilişki yaşar, onu besler ve büyütür. Bu "canavar", ayrılığın yarattığı boşluğun, o yeni ve "öteki" takıntının mide bulandırıcı bir tezahürüdür.
"Deliriyorum, aklımı kaybediyorum!"
Film: Film, Anna'nın "üzgün olduğunu" söylemekle yetinmez; bize o meşhur metro tüneli sahnesini gösterir. O sahne, bir sinir krizinin, bir travmanın ve bir jouissance (acı veren zevk) patlamasının bedensel dışa vurumudur. O, deliliği doğurur.
Duvarın Ötesi: Possession'ı Lacan ile Okumak
Tüm bu deliliğe bir de psikanalitik bir mercekle, özellikle de Jacques Lacan'ın gözlükleriyle baktığımızda, Possession adeta bir ders kitabına dönüşür. Bu film, Lacan'ın Simgesel düzeninin çöküşü ve Gerçek olanın dehşetle yüzeye çıkışının filmidir.
1. Simgesel Düzen'in (The Symbolic) Çöküşü: Lacan'a göre Simgesel düzen; dildir, yasadır, ailedir, evliliktir, yani "normal" dediğimiz her şeydir. Mark, filmin başında bu düzeni (ev, aile, iş) korumaya çalışan Büyük Öteki'nin temsilcisidir. Ancak Anna, bu düzeni kökünden reddeder. Bu ret, Simgesel'de dev bir çatlak yaratır.
2. Mekanın Psikanalizi: Banliyö Yalanı vs. Metruk Gerçek Bu çatışma, mekânsal olarak da kodlanmıştır. Simgesel düzenin "kalesi", o "normal" görünen banliyö apartmanıdır. Orası kuralların, düzenin, temizliğin ve ikiyüzlülüğün mekanıdır. Mark'ın korumaya çalıştığı o "temiz" yuvadır.
Peki, Gerçek (The Real) nerede barınır? Tam da Simgesel'in zıttı olan yerde: Metruk binada. O terk edilmiş, çürümüş, kuralların olmadığı, dil-dışı "delik", şehrin (Simgesel'in) unuttuğu yer, Gerçek'in fiziksel sığınağıdır.
Anna, travmasını ve Şey'ini (canavarı) o "temiz" banliyö dairesine getiremez; o Şey, o evin yalanını anında ifşa eder. Bu yüzden Anna, kendi Gerçek'ini, ancak Simgesel'in dışındaki o çürümüş mekanda doğurabilir ve besleyebilir. Anna, bu iki mekan (banliyödeki yalan ve metruk binadaki travma) arasında kelimenin tam anlamıyla parçalanır.
3. Gerçek'in (The Real) İstilası: O Canavar Simgesel düzen (dil, kurallar) çöktüğünde, o çatlaktan ne sızar? Lacan'ın Gerçek (The Real) dediği, isimsiz, formsuz, dile getirilemeyen, travmatik Şey sızar. O canavar, Gerçek'in ta kendisidir. Anna'nın kelimelere dökemediği arzusunun ve acısının saf, ilkel formudur. Onu ifade edemez, bu yüzden onu doğurur.
4. Jouissance (Acı Veren Zevk) ve Metro Sahnesi: O meşhur metro sahnesi, "keyif" (pleasure) değildir. O, Lacan'ın jouissance dediği şeydir: acı veren, sınırı aşan, bedeni parçalayan dehşet verici bir "zevk". Anna, Simgesel düzenin (toplumsal kuralların) ortasında, Gerçek ile yüzleşir ve bedeni iflas eder.
5. Objet Petit a (Arzu Nesnesi) ve Şiirsel Fark: Bulmak ve Doğurmak Peki neden Mark, Anna'nın bir benzerini (Helen) bulur? Çünkü Mark, Anna'nın kendisini (tüm kaosuyla) istemez; onun "rolünü", yani Simgesel'deki fantezisini ister. Helen, Anna'nın delirmemiş, ehlileştirilmiş, "ideal" kopyasıdır.
Burada şiirsel olduğu kadar keskin bir fark vardır: Mark (Simgesel'in adamı) kopyasını dışarıda arayıp bulur; Anna (Gerçek'le yüzleşen) ise kopyasını kendi acısından doğurur.
Mark, Simgesel dünyanın içinde var olanı (Helen) arar. Anna ise Gerçek olanla temasa geçer, kendi travmasından, kendi jouissance'ından yeni bir varlık yaratır (Canavar-Mark). Her ikisi de gerçek olanla başa çıkamayıp, Lacan'ın objet petit a (arzu nesnesi) dediği "ideal fantezinin" peşine düşer.
Final Sahnesi: Kıyamet ve Kopyaların Zaferi
Filmin finali, tüm bu metaforların infilak ettiği apokaliptik bir andır. Dışarıdan gelen sirenler ve patlama sesleri bize tek bir şey söyler: Simgesel Düzen (Berlin şehri) tamamen çökmüştür. Evin içinde (mikroda) yaşanan delilik, artık dışarı (makroya) taşmış ve tüm "normal" dünyayı yutmuştur.
Bu kıyametin ortasında ne olur?
"Gerçek" olanlar (orijinal, kaotik Anna ve Mark) ölmüş ya da imha edilmiştir. Geriye kalanlar, onların idealize edilmiş ama bir o kadar da ruhsuz kopyalarıdır.
Kapıyı çalan, Anna'nın Gerçek'ten doğurduğu o yeşil gözlü Canavar-Mark'tır.
Kapıyı açan, Mark'ın Simgesel fantezisi olan Helen-Anna'dır.
Helen'in kapının buzlu camından o silüeti görmesi ve o dehşet dolu kabulleniş anı, iki fantezinin, iki "mükemmel" kopyanın, orijinallerin kanı ve kaosu üzerine inşa edilen yeni, tekinsiz bir dünyada buluştuğu andır.
Berlin'in Mirası: Gelecek Neslin Toptan Reddi
Peki ya o evdeki tek "gerçeği" görebilen, yani çocuk (Bob)? İşte o, bu bölünmüşlüğün en trajik politik sembolüdür. O, "Gelecek Nesil"dir.
Bob'un eylemi, felsefi olarak postmodern bir manifestodur. Postmodernizm, "Büyük Anlatılar"ın (Grand Narratives) reddidir. Bob'un önündeki iki "Büyük Anlatı" da iflas etmiştir:
Biri, ebeveynlerinin "Büyük Anlatı"sı: Evlilik (Mark'ın Simgesel yalanı ve Anna'nın Gerçek kaosu).
Diğeri, şehrin "Büyük Anlatı"sı: Soğuk Savaş (Batı'nın Simgesel yalanı ve Doğu'nun Gerçek kaosu).
Bob, küvette kendini boğmaya çalışarak, bu iki başarısız "Büyük Anlatı"nın mirasını da toptan reddeder. O, bu kirli mirası devralmayı reddeden, "Ben sizin bu sahte oyununuzda yokum" diyen yeni neslin en trajik çığlığıdır.
Sonuç
Sonuç olarak, Possession, 'ayrılık' temasını alır ve onu dehşet verici bir 'sahiplenilme'ye (possession) dönüştürür. Bu, sıradan bir ayrılık hikayesi değil; bu, ayrılığın kendisinin nasıl bir canavara dönüştüğünün, kendi arzularımız, kendi travmalarımız ve birbirimizin içindeki o doldurulamayan boşluklar tarafından nasıl 'ele geçirildiğimizin' hikâyesidir.
Aynı zamanda Żuławski, bir evliliğin bu kişisel enkazını bir alegori olarak kullanarak, aslında bölünmüş bir şehrin (Doğu-Batı Berlin) ve iki zıt ideolojinin o 'Tarafsız Bölge'de yarattığı kolektif deliliği ve canavarlaşmayı anlatan, izlemesi zor, unutması imkânsız bir başyapıt yaratmıştır.
"5 dk FİLM ANALİZİ"




Yorumlar