Kökleri Vietnam'da, Dalları Günümüz Performans Toplumunda: "The Long Walk"
Yıllardır beklenen Stephen King (namıdiğer Bachman) uyarlaması "The Long Walk" (Uzun Yürüyüş) nihayet beyazperdeye uyarlandı. Film ilk bakışta distopya kurmakta tökezliyor gibi. Hatta izleyici ister istemez ‘Bir rejim görecektik, nerede?’ diyor. Ama film bu boşluğu bilinçli bırakıyor. Soruları değil, soramadığımız soruların huzursuzluğunu anlatmak istiyor.
Film türdeşleri Açlık Oyunları veya Battle Royale hatta Squid Game gibi izleyiciye bir rejim, bir kural, bir sebep sunmuyor. Sadece yürüyen gençler ve onları vuran askerler var. Evrenin belli kuralları yok, ya da daha doğrusu tatmin edici bir açıklama yok. Tam "Bu olmamış" derken, filmin bilinçli bir sessizliği tercih ettiği fark ediliyor. Senaryo, cevapları vermeyi kasten reddediyor: "Neden yürüyorlar?", "Neden kimse karşı çıkmıyor?" Bu noktaya nasıl gelindi?
Çünkü filmin derdi bir dünyayı açıklamak değil, o dünyanın akıl almazlığını teşhir etmek. İzleyiciyi anlamaya değil, hissetmeye zorluyor.
Ve bu hissin kökleri kazındığında, karşıya kitabın yayınlandığı 1979 yılı çıkıyor.
1. Köken (1979): Vietnam, Watergate ve Televizyon
"The Long Walk"un romanı, Vietnam Savaşı bittikten sadece 4 yıl sonra yazıldı. Bu bir tesadüf değil, bu kitabın anahtarı.
1970'lerde Amerikalılar, akşam haberlerinde gencecik çocuklarının nedenini anlamadıkları bir savaşta, anlamsızca "vuruluşunu" izledi. Bu, tarihin ilk "televizyon savaşı"ydı. Aynı zamanda, Watergate skandalıyla "otoriteye" (devlete) olan güvenin sıfırlandığı bir dönemdi.
İşte "The Long Walk" tam da buydu:
- Gencecik erkeklerin (askerler), 
- Nedenini anlamadıkları bir "göreve" (Vietnam) gönderilmesi. 
- Faşist bir "Otorite" (Binbaşı/Hükümet) tarafından izlenmesi. 
- Ve tüm bunların "Ulusal bir gösteri" (Televizyon) olarak halka sunulması. 
King, o dönem için, Amerikan toplumunun "başarı hırsı" ve "vatanseverlik" gibi kavramlar altında gençlerini nasıl anlamsız bir ölüm yürüyüşüne kurban ettiğini alegorik bir dille anlatıyordu.
2. Evrim (2025):
Bugün aynı alegoriyi birebir Vietnam üzerinden okumaya çalışmak anakronistik olurdu. Dünya değişti. “Emir zinciri”nin yerini “öz motivasyon kültü” aldı.
Güney Koreli–Alman filozof Byung-Chul Han der ki: “Artık bizi baskılayan dışsal bir otorite yok. Kendimizi sömürüyoruz.” Yani eskiden (örneğin Vietnam döneminde) birey dışsal bir güç tarafından zorlanırdı: Devlet, ordu, otorite, yasa… Bugün ise birey kendi içindeki “başarı baskısı”yla, “kendini gerçekleştirme zorunluluğuyla” eziliyor. Diyor ki: “Modern özne artık ‘yapmalısın’ emriyle değil, ‘yapabilirsin’ sloganıyla zincirlenmiştir.” Ve bu sürekli “yapabilme”, “daha iyi olma” hali — aslında seni yavaş yavaş tüketen bir performansa dönüşüyor. 2025 yılındaki film uyarlaması da romanda "savaş alegorisi" olarak okuduğumuz yapının DNA'sını alıp, günümüzün "performans toplumu" alegorisine dönüştürülmesini zorunlu kılıyor.
Eskiden dış otorite zorlar, askerleri cepheye yollar, disiplin sopası havada sallanırdı.
Bugün görünmez motivasyon megafonları fısıldıyor:
“Daha hızlı.”
“Daha iyi.”
“Daha çok.”
Modern genç artık sırtında devletin tüfeğini değil; LinkedIn bildirimini, kişisel gelişim sesli kitaplarını ve kendi kendine kestiği görünmez performans fişlerini taşıyor.
Ve film de tam burada güncel bir okumayı zorunlu kılıyor.
1979’un roman alegorisi: Vietnam
2025’in uyarlama film alegorisi: Bitmeyen performans maratonu
Filmde yarışmacılar adeta birer asker gibi karakterize edilmiş. Katılımcılara yarışmacı numarası yanında askerlere özgü "künye" (dog tag) dağıtılıyor. Asıl kilit nokta ise gençlerin davranışlarında yatıyor. Gençlerin birbirini katlettiği diğer performatif distopyalar gibi (Battle Royale, Squid Game, Hunger Games) birbirini ezen rakipler değiller; aksine, tıpkı 'cephedeki askerler' gibi 'omuz omuza' yürüyorlar. Birbirlerine destek oluyor, sarsıcı itiraflarda bulunuyorlar. Bu bir "siper yoldaşlığı". Çünkü asıl düşmanları birbirleri değil; asıl düşman, o görünmez sistem, yani yolun ta kendisi.
The Long Walk, bu iki düşüncenin kesiştiği noktada, modern insanın hem izlenen hem kendi performansının seyircisi olduğu bir maratonu anlatıyor.
3. Filmin En Büyük Tutarsızlığı: Garraty'nin Babası
Fakat film, kurduğu o ince alegorik sis perdesini bir sahnede dağıtıyor: Raymond Garraty’nin babasının infazı.
Baba, “yasaklı materyal” nedeniyle, mahkemesiz şekilde idam ediliyor. Çok sert, çok açık, çok açıklayıcı.
Bu sahne, filmin sessizliğine düşen ağır bir çekiç darbesi.
Alegori perdeleniyor, çıplak bir baskı devleti beliriyor. O anda film sanki kendi poetikasını bozuyor. “Göstermeme” gücünü “göstererek” zayıflatıyor.
Ya o distopik yapı daha detaylı inşa edilmeliydi…
Ya da o topa hiç girilmemeliydi.
Sonuç: “Kim İnsan Kalabilecek?”
“The Long Walk”, aslında izleyiciyi neden sorusunun kıyısında bekletip, nasıl sorusunun içine atıyor. Neden bu dünya böyle? Film umursamıyor. Nasıl yaşanıyor? Nasıl katlanılıyor? Nasıl tükeniliyor? İşte tüm çabasını buna adıyor.
Bu yürüyüş, yalnızca bir yarış değil; kapitalizmin sonsuz maratonunda, durmanın ölüm, devam etmenin ise yavaş bir tükeniş olduğu günümüz ritminin yıpratıcı alegorisi. “Biraz hızını düşür” diyen iç ses yerine, “Hızlan yoksa düşersin” diyen görünmez megafonların çağrısı. Çocukların “yola çıkar çıkmaz büyük insanlara dönüşmek zorunda bırakıldığı” bir çağın sinematik ağıtı.
Ve geriye şu soru kalıyor: Bu yürüyüşün sonunda kim kazanacak? Ya da, çok daha acısı: Aslında bir kazanan var mı?
Film bu soruyu cevaplamıyor çünkü cevabı hepimizin içinde zaten çınlıyor: Bu sistemde ödül, yolun sonu değil; insan kalmayı başarabilmek. Bazıları koşarak kazandığını sanırken, bazıları durmayı seçtiği için kaybettiğini düşünüyor. Oysa gerçek uyanış, bu maratonun saçmalığını fark ettiğiniz an başlıyor.
“The Long Walk”, eksikleriyle, zaman zaman kendi alegorisine hainlik eden tercihleriyle yine de şunu hatırlatıyor: Kimi distopyalar dünyayı açıklamaz, o dünyanın açıklanamaz absürtlüğünü yüzümüze vurur.
Ve filmin sonunda, yarışmayı kazanan ve o yolun sisinde yürüyüş sırasında kaybolan genç adımları izlerken şu ürpertici düşünce ağır ağır çöker: Belki de en büyük distopya, hâlâ yürümeye devam etmemizdir.




Yorumlar