Ana içeriğe atla

Se, Jie - Lust Caution - 2007

 

Filmin Zaman Kapsülü: 2007 

Bu yazıyı okurken, "Se, Jie"nin bugünün değil, 2007 dünyasının bir eseri olduğunu akılda tutmakta fayda var. O dünya, 11 Eylül sonrası "Terörle Savaş" anlatısının zirvede olduğu, "vatanseverlik" ve "düşman" kavramlarının her gün yeniden tanımlandığı bir yerdi. Ang Lee'nin filmi, tam da bu atmosferin içine, "dava" uğruna işlenen suçları ve parçalanan ruhları anlatan bir ayna tutuyordu.

Aynı zamanda 2007, Çin'in kültürel ve ekonomik bir süper güç olarak yükselişinin artık saklanamadığı, 2008 Pekin Olimpiyatları'nın hemen arifesiydi. 

Ve belki de en önemlisi, "Se, Jie" tam da o "köprü" anında vizyona girdi. 2007, bir yanda "Terörle Savaş" gibi 20. yüzyıla ait "Büyük Dava" anlatısının hararetle sürdüğü , diğer yanda ise 2008 krizinin ayak seslerinin duyulduğu, ilk iPhone'un çıktığı, Facebook ve Twitter'ın patlayarak, bireysel anlatıların, kitlelerin gündelik hayatının bir gerçeği haline geldiği o "şafağı" başlattığı bir yıldı. Film, çöküşün eşiğindeki bu atmosferi yansıtmakla kalmadı; trajik zirvesiyle – yani bireysel arzunun o "küçük" ve kişisel gerçeğinin, "Büyük Dava"nın o soyut ve görkemli anlatısını çökertmesi ve bedelini kendi yok oluşuyla ödemesi– aslında postmodernizmin ta kendisinin, o büyük anlatıların trajik çöküş anının bir kehaneti oldu.


"Dikkat, Şehvet"in Karanlık Aynası: Dava, Arzu ve Yıkım Üzerine Bir Okuma

Filmin Konusu: Bir Görev ve Bir Çöküşün Hikayesi

1940'ların Japon işgali altındaki Şanghay'ında geçen "Se, Jie" (Dikkat, Şehvet), vatansever üniversite öğrencilerinden oluşan bir direniş hücresinin cüretkâr planını merkezine alır. Grubun tek bir hedefi vardır: Japonlarla işbirliği yapan, acımasızlığıyla nam salmış ve rejimin kilit isimlerinden olan güçlü istihbarat şefi Bay Yee'yi ortadan kaldırmak.

Bu son derece tehlikeli suikast görevi için, grubun en yetenekli tiyatro oyuncusu olan genç ve idealist Wong Chia Chi seçilir. Wong, kimliğini tamamen gizleyerek ("Bayan Mak" adında zengin bir tüccarın karısı rolüne bürünerek) Bay Yee'nin sosyal çevresine sızar. Amacı, bu soğukkanlı ve paranoyak adamın güvenini kazanmak, onu baştan çıkarmak ve sonunda bir ölüm tuzağına çekmektir.

Ancak Wong, bu sahte kimliğin içinde giderek kaybolurken ve "avı" olan adamla daha fazla vakit geçirirken, ikisi arasında kontrol edilemez, şiddet dolu ve tutkulu bir bağ gelişir. Wong Chia Chi, kendini vatanına olan "Büyük Dava"sı ile hedefine karşı geliştirdiği o "küçük", karmaşık ve insani duyguların arasında kalmış trajik bir mücadelenin içinde bulur.

 

Ang Lee'nin yönetmen koltuğunda oturduğu "Se, Jie" (Dikkat, Şehvet), ilk bakışta Japon işgali altındaki Şanghay'da geçen gerilim dolu bir casusluk hikayesi gibi görünebilir. Ancak filmin rahatsız edici ve cüretkar yüzeyini biraz kazıdığınızda, kendinizi insan ruhunun en karanlık ve en karmaşık dehlizlerinde bulursunuz. Bu film, bir suikast planından çok daha fazlasını, birbiriyle çarpışan "aşk"ların, kimliklerin ve arzuların trajik hikayesini sunar. 

Aşkların Çarpışma Alanı: Vatan, Görev ve Tutku

Filmin temel gerilimi, karakterleri harekete geçiren farklı "aşk" türlerinin amansız mücadelesinden doğar. Başta her şey, genç direnişçilerin idealist "vatan aşkı" ile başlar. Bu saf ve coşkulu sevgi, kısa sürede disiplin ve irade gerektiren somut bir "görev aşkı"na evrilir. Ancak bu iki "mantıklı" ve "yüce" sevgi, Wong Chia Chi ile hedefin ta kendisi olan Bay Yee arasında filizlenen o yıkıcı, yasak ve şehvet dolu "tutku" ile karşı karşıya geldiğinde, bütün denklemler altüst olur. Film bize şunu gösterir: Her aşk, kendi içinde tutarlı bir mantığa sahip olsa da, bu mantıklar birbiriyle çarpıştığında ortaya çıkan tek şey trajedidir.

Bir "Dava" Uğruna Ne Kadar İleri Gidilir?

"Se, Jie", "Davan uğruna hangi noktalara kadar gidersin?" sorusunu en acımasız şekliyle sorar. Direniş hücresi, davaları için bir kadının bedenini ve ruhunu feda etmekten çekinmez. Wong Chia Chi ise davası uğruna kimliğini, benliğini ve masumiyetini bir kenara bırakarak en karanlık yollara sapar. Film, bir ideale olan mutlak bağlılığın, o idealin hizmet etmesi gereken "insanı" nasıl yok edebileceğini, en haklı davanın bile insanı nasıl canavarlaştırabileceğini gözler önüne serer.

Görünenin Ötesi: Arzu, Benlik ve Ölüm Dürtüsü

Filmin psikolojik derinliğine inmek istediğimizde, karşımıza Lacan ve Freud'un kavramları çıkar. Karakterlerin eylemleri basit bir "aşk" ile açıklanamaz; bu, daha çok bir "arzu" mekanizmasıdır. Bay Yee, mutlak gücüne rağmen "samimiyet" ve "güven" gibi eksiklerini giderecek bir arzu nesnesi arar. Wong ise başlangıçta davasının arzusunu arzularken, zamanla Bay Yee'nin arzusunun nesnesi haline gelerek kendi benliğini onun bakışları altında yeniden kurar. İlişkileri, basit bir hazdan öte, Freud'un "haz ilkesinin ötesi" olarak tanımladığı, Lacan'ın ise jouissance dediği o acı veren, yıkıcı ve ölüme götüren tatminin peşindedir. Her buluşmaları, hayatta kalma içgüdüsünü reddeden ve onları adım adım yok oluşa sürükleyen bir ölüm dansıdır.

Yatağın Anlamı

"Se, Jie"de yatak, sadece cinsel sahnelerin geçtiği bir mekan değildir; adeta filmin küçük bir laboravatuarı, bir savaş alanı ve bir günah çıkarma yeridir. 

1. Aşama: Vahşet ve Tahakküm

  • İlk Sahne: İlk cinsel birleşmeleri son derece vahşi, neredeyse bir tecavüz niteliğindedir. Bay Yee, tam bir kontrol ve tahakküm kurar. Wong'u kemerle bağlaması, şiddeti... Bütün bunlar zevkten çok, bir güç gösterisidir. Bay Yee, paranoyak dünyasında bu yeni giren kadını "kırarak", ona sahip olarak kontrol etmeye çalışır. Wong ise bu aşamada tamamen pasif, acı çeken ve görev uğruna katlanan bir kurbandır. Amaç, hayatta kalmak ve rolü sürdürmektir. Bu sahnede "karşılıklı" hiçbir şey yoktur.

2. Aşama: Mücadele ve Güç Dengesinin Değişimi

  • Sonraki Sahneler: İlişki ilerledikçe, sahnelerin dinamiği kökten değişir. Wong artık pasif bir kurban değildir. O da mücadeleye katılır. Yatağı bir savaş alanına çevirirler. Birbirlerini hırpalarlar, tırmalarlar, ısırırlar. Bu sahnelerde şiddet devam etse de, artık tek taraflı değildir. Wong, Bay Yee'nin gücüne kendi gücüyle karşılık vermeye başlar. Bu, rollerin (av-avcı, kurban-cellat) iç içe geçtiği, kimin kimi kontrol ettiğinin belirsizleştiği anlardır.

3. Aşama: Kırılganlık ve Teslimiyet

  • Sona Yakın Sahneler: Bu fırtınalı mücadeleden sonra, aralarında tuhaf bir "sakinlik" ve "samimiyet" anları doğmaya başlar. Özellikle yastıkla boğma oyununun ardından gelen o bitkin haldeki sarılmaları... O anlarda artık ne casus vardır ne de istihbarat şefi. Sadece birbirlerinin karanlığında sığınak bulmuş iki yaralı, yalnız insan kalır. Bay Yee'nin o anlık savunmasızlığı, Wong'un ona karşı gardını tamamen düşürmesine neden olur. Şiddet ve güç oyunu, yerini tehlikeli bir şefkate ve duygusal bir teslimiyete bırakır.

Bir Kadının Çıkmazı: Obje ve Özne Arasında

"Se, Jie", aynı zamanda kadının ataerkil dünyadaki trajedisinin de bir hikayesidir. Wong Chia Chi, hangi dünyanın içinde olursa olsun (idealist direnişçiler, işbirlikçi yüksek sosyete veya acımasız düşman), ona biçilen rol hep aynıdır: Karşı tarafı baştan çıkarması gereken bir obje olmak. Film, bu "obje" rolüne sıkıştırılmış bir kadının, bu durumu bir güce çevirme ve bir "özne" olma çabasını anlatır. Ancak bu, sonu olmayan bir tuzaktır. Wong'un sahip olduğu tek güç, erkeklerin ona atfettiği cinsel değerden gelir ve bu gücü sonuna kadar kullandığında, bu durum kendi sonunu getirir.

Finalin Anlamı: 'Küçük Anlatı'nın Trajedisi ve Bedeli

Filmin o sarsıcı finali, "Peki Wong, Mr. Yee'yi kurtarmışken, neden Mr. Yee, Wong'u  kurtarmadı?" sorusuyla tüm bu analizi mühürler. Cevap, bu trajedinin özüdür: Wong'un "Git" dediği an, o ikisinin kurduğu "küçük dünya" parantezi sonsuza dek kapanmıştır. O ana kadar Wong, "Büyük Dava"sını (vatan) yakan ve kendini o anlık "küçük anlatı"ya (aşk/bağ) feda eden "birey"dir. Ancak o kapıdan çıkıp arabasına binen "Bay Yee" artık o "adam" değildir; o, zırhını geri giymiş olan "İstihbarat Şefi"dir, yani "Sistem"in, "İktidar"ın kendisidir.

Belki de bu ilişki, en başından beri Yee'nin de kendi üstleri tarafından tabi tutulduğu (Mr. Yee'nin istihbarat memuruyla yaptığı konuşmadan anladığımız kadarıyla) bir sadakat testiydi. Bu durumda Yee'nin Wong'u kurtarması, sadece kendi sistemine ihanet etmesi değil, kendi canını da feda etmesi demek olurdu. O ise tam tersini yaptı: Wong, küçük anlatıyı seçerek büyük anlatısını feda ederken; Yee, büyük anlatıyı (iktidarını/sistemini) seçerek küçük anlatısını feda etti. Wong'un o insani eylemi, Yee'nin sistemsel ve gayri insani tepkisiyle karşılandı. Ve Sistem, her zaman yaptığı gibi, anomaliyi (Wong'u) yok ederek kendisini korudu.

Ve filmin son sahnesi bu trajediyi mühürler: Bay Yee, Wong'un kaldığı odadan çıkarken gölgesi kızın boş yatağının üzerinde kalır ve film bu şekilde biter. Bu, 'İstihbarat Şefi'nin (Büyük Anlatı) hayatta kaldığının, ama ruhunun o odada sonsuza dek hapsolduğunun, o seçimle birlikte öldüğünün görsel kanıtıdır.


Ek Bölüm: "Se, Jie'nin Aynasından Günümüze: Davasız Bir Çağın Anatomisi

"Se, Jie"deki karakterlerin o ölümüne adanmışlığı, uğruna her şeyi feda ettikleri o mutlak "dava" inancı, günümüz dünyasından bakınca neredeyse bir bilim kurgu anlatısı gibi duruyor. Bu keskin tezatlık, filmin aynasını kendimize çevirip çağımızın bir analizini yapmayı zorunlu kılıyor: O adanmışlık dünyasından bu "davasız" dünyaya nasıl geldik?

Tarihin Hayaleti ve Şirketlerin Tahtı

Her şeyden önce, çağımızın ruhuna sinmiş olan o derin güvensizliğin ve sinizmin tarihsel bir kökeni var. 20. yüzyıl, insanlığa "büyük davaların" ve onların "büyük liderlerinin", tarihin en büyük savaşlarına ve en korkunç katliamlarına yol açabileceğini çok kanlı bir dersle öğretti. "Üstün ırk", "sınıfsız toplum" gibi mutlakiyetçi davaların Auschwitz'lere, Gulag'lara vardığını gören insanlık, büyük anlatılara karşı kolektif bir travma ve korunma refleksi geliştirdi. Ulus-devletlerin ve büyük ideolojilerin boşalttığı bu "anlam üretme" tahtına ise kapitalist sistemin en büyük oyuncuları oturdu: Şirketler ve markalar. İnsanın bitmek bilmeyen anlam, aidiyet ve dava ihtiyacını, kâra dönüştürülebilir "mikro-davalar" ile karşılamaya başladılar.

Arzu Enflasyonu ve Yeni Savaş Meydanı: Sosyal Medya

Bu yeni düzende arzu yok olmadı; tam tersine, bir "arzu enflasyonuna" uğradı ve enerjisi "aşırı tüketime" yönlendirildi. Bu postmodern, kurumsal "dava" savaşlarının da yeni bir savaş meydanına ihtiyacı vardı: Sosyal Medya. Artık siperler kazılmıyor, "story"ler atılıyor. Savaşlar, fiziksel bedellerle değil, "iptal kültürü", troll saldırıları ve meme'ler üzerinden, yani anlatıyı ele geçirme hedefiyle yürütülüyor.

Aşkın Çıkmazı: "Ruh Eşi" Yalanı ve Tüketilen İlişkiler

Bu anlam ve aidiyet krizi, en mahrem alanımız olan aşka da sızar. Arzu enflasyonu ve göstergeler bombardımanı (sosyal medya, porno), gerçek bir ilişkiyi neredeyse imkansız hale getirir. Partnerler, "daha iyisi" umuduyla kolayca harcanabilen birer tüketim nesnesine dönüşür. Sistem bu kaosa sahte bir çözüm sunar: "Ruh eşi miti." Aşkı, emek verilerek "inşa edilen" bir şey olmaktan çıkarıp, asla bulunamayacak mükemmel bir "ürünü" arama projesine, yani bir başka tüketim döngüsüne çevirir. Bu ortamda gerçek bir aşkı yaşamak, sisteme karşı sabır, emek ve sadakat gerektiren devrimci bir eyleme dönüşmüştür.

Sonuç

"Se, Jie"nin trajedisi, birbiriyle savaşan mutlak davaların arasında kalan bir kadının hikayesiydi. Bizim çağımızın trajedisi ise, mutlak davaların yokluğunda anlam arayan, arzu enerjisi markalar tarafından sömürülen, savaşlarını ve aşklarını ekranlarda yaşayan, bu anlamsızlık ve tatminsizlikten doğan şiddetle yüzleşen bireyin hikayesidir. Anlatı, fethedilecek en değerli toprak haline gelmiş ve teknoloji devleri bu toprağı ele geçirmek için tarihin en büyük ordularını sahaya sürmüştür.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

In Bruges

Giriş Martin McDonagh ’ın 2008 yapımı In Bruges filmi, kara mizah ve suç temalarını derinlemesine işleyen, görsel ve tematik olarak son derece zengin bir yapıt olarak öne çıkar. Film, iki tetikçi olan Ray ( Colin Farrell ) ve Ken’in ( Brendan Gleeson ) Londra’daki başarısız bir görev sonrasında patronları Harry ( Ralph Fiennes ) tarafından Belçika ’nın tarihi ve sakin şehri Brugge ’a gönderilmesiyle başlar. Görevleri, ortalık sakinleşene kadar şehirde turist gibi dolaşmak ve beladan uzak durmaktır. Ancak şehirde geçirdikleri süre, kişisel hesaplaşmalar ve içsel çatışmalarla dolu bir deneyime dönüşür. Trailer Ray, geçmişteki hatalarının vicdan azabıyla boğuşurken, Ken daha çok şehrin tarihi ve mimari güzelliklerine odaklanır. Brugge’un huzurlu atmosferi, karakterlerin içsel dünyalarıyla tezat oluşturur. Patronları Harry’den gelen beklenmedik bir telefonla olaylar dramatik ve duygusal bir yöne evrilir. Film, kara mizah yönüyle de dikkat çeker; özellikle Ken, Ray ve Harry kara...

Sinners

  Kültürel Hegemonya:  Sinners                                           ·          Sinners*, ikiz kardeşler Elijah ve Elias’ın hikâyesini anlatıyor. Tanıdık bir zeminde yeni bir başlangıç yapmak isteyen ikili, Chicago ’nun yeraltı dünyasındaki eski hayatlarını geride bırakıp memleketleri Clarksdale, Mississippi ’ye dönerek bir bar açarlar. Bu süreçte, merkezinde Sammie ’nin olduğu, blues müziği ve vampir efsaneleri ile dolu bir hikâye ortaya çıkar. Ryan Coogler ’ın 2025 yapımı Sinners , yalnızca türler arası bir postmodern oyun değil; aynı zamanda tarihsel-politik bir eleştiri aracı. Southern Gothic atmosferi, vampir mitosu , blues’un büyüsü ve dönemsel dramayı harmanlayan film, hem tür sinemasına göz kırpıyor hem de derin bir toplumsal okuma alanı açıyor. Blues ve Kimlik Filmin kalbinde Sammie var. Eski bir blues şa...

Le Otto Montagne - The Eight Mountains - 2022

The Eight Mountains: Doğanın Mabedi, Babalığın Ağıdı Giriş: Filmin Konusu The Eight Mountains , iki çocukluk arkadaşı Pietro ve Bruno’nun hikâyesini anlatıyor. Pietro şehirde büyüyen, modern yaşamın içinde kaybolmuş bir gençtir; Bruno ise dağlarla çevrili bir köyde, doğayla bütünleşmiş bir hayat sürmektedir. Film, onların yıllar süren dostluğunu, babalarıyla olan karmaşık ilişkilerini ve doğayla kurdukları bağı izler. Zamanla bu dostluk, eksik baba figürleri ve doğayla mücadele üzerinden modern insanın varoluşsal sınavına dönüşür. Doğa: Nostalji mi, Mücadele mi? Film, doğayı iki farklı biçimde konumlandırır. Pietro için doğa bir nostalji alanıdır : şehirde yaşayan, içsel boşluğunu doldurmaya çalışan modern bireyin özlem mekânı. Dağ, onun için geçmişin saf anılarına açılan bir kapıdır. Bruno içinse doğa bir mücadele alanıdır . O, doğanın içinde yaşar, onun kurallarına göre hayatta kalır. Pietro doğayı izler; Bruno yaşar. Bu fark, modern insanın doğayla kurduğu mesa...