Ana içeriğe atla

Sorry, Baby

 

Travmanın Sessiz Yankıları

                                             

“Sessizliğin içindeki acıyı fısıldayan bir film: ‘Sorry, Baby’, travmayı dramatize etmeden, umut ve dayanıklılığı ön plana çıkarıyor.”

Eva Victor’un ilk uzun metrajlı filmi Sorry, Baby, seyirciyi alışıldık travma anlatılarının dışına çıkarıyor. Film, cinsel saldırıya uğramış edebiyat profesörü Agnes’in yaşadığı sarsıntıyı merkezine alırken, bunu dramatik kolaycılıklara sapmadan; sakin, doğrudan ve incelikli bir dille aktarıyor. Victor, böylece yalnızca Agnes’in iç dünyasını görünür kılmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal ve kurumsal duyarsızlığın yarattığı ikinci bir travmayı da güçlü bir şekilde resmediyor.

Sorry, Baby, temelde travma, iyileşme, arkadaşlık ve kişisel dönüşüm başlıklarıyla tanımlanabilir. İncelikli dili ve zaman zaman beliren mizahi dokunuşlarıyla Joachim Trier’in Verdens verste menneske filmini anımsatırken; Agnes’in travma sonrası içine düştüğü yıkıcı sessizlik, Kenneth Lonergan’in Manchester by the Sea’sinin ağır ve sarsıcı tonunu çağrıştırıyor. Victor, bu iki duygusal kutup arasında dikkatle kurduğu denge sayesinde, seyirciyi hem acının sessizliğine hem de iyileşme ihtimaline tanık ediyor.

Filmin en etkileyici yanı, travmayı bağırarak değil, neredeyse fısıldayarak aktarması. Victor, ajitasyona yaslanmadan sarsıcı olmayı başarıyor; Agnes’in kırılganlığını, çevresindeki sessiz şiddeti ve küçük de olsa beliren umut ışıklarını büyük bir dinginlikle sunuyor. Mizahın zaman zaman devreye girmesi ise yalnızca bir nefes alma anı değil, aynı zamanda Agnes’in hayata tutunma stratejisinin bir parçası.

Bu nedenle Sorry, Baby, yalnızca bir travma filmi olarak değil; aynı zamanda dayanıklılığın, dostluğun ve yeniden ayağa kalkmanın da filmi olarak hatırlanacak gibi görünüyor. Eva Victor’un hem oyuncu hem yönetmen olarak ortaya koyduğu bu ilk uzun metraj, sinema dünyasına güçlü bir sesin katıldığını müjdeliyor.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

In Bruges

Giriş Martin McDonagh ’ın 2008 yapımı In Bruges filmi, kara mizah ve suç temalarını derinlemesine işleyen, görsel ve tematik olarak son derece zengin bir yapıt olarak öne çıkar. Film, iki tetikçi olan Ray ( Colin Farrell ) ve Ken’in ( Brendan Gleeson ) Londra’daki başarısız bir görev sonrasında patronları Harry ( Ralph Fiennes ) tarafından Belçika ’nın tarihi ve sakin şehri Brugge ’a gönderilmesiyle başlar. Görevleri, ortalık sakinleşene kadar şehirde turist gibi dolaşmak ve beladan uzak durmaktır. Ancak şehirde geçirdikleri süre, kişisel hesaplaşmalar ve içsel çatışmalarla dolu bir deneyime dönüşür. Trailer Ray, geçmişteki hatalarının vicdan azabıyla boğuşurken, Ken daha çok şehrin tarihi ve mimari güzelliklerine odaklanır. Brugge’un huzurlu atmosferi, karakterlerin içsel dünyalarıyla tezat oluşturur. Patronları Harry’den gelen beklenmedik bir telefonla olaylar dramatik ve duygusal bir yöne evrilir. Film, kara mizah yönüyle de dikkat çeker; özellikle Ken, Ray ve Harry kara...

Sinners

  Kültürel Hegemonya:  Sinners                                           ·          Sinners*, ikiz kardeşler Elijah ve Elias’ın hikâyesini anlatıyor. Tanıdık bir zeminde yeni bir başlangıç yapmak isteyen ikili, Chicago ’nun yeraltı dünyasındaki eski hayatlarını geride bırakıp memleketleri Clarksdale, Mississippi ’ye dönerek bir bar açarlar. Bu süreçte, merkezinde Sammie ’nin olduğu, blues müziği ve vampir efsaneleri ile dolu bir hikâye ortaya çıkar. Ryan Coogler ’ın 2025 yapımı Sinners , yalnızca türler arası bir postmodern oyun değil; aynı zamanda tarihsel-politik bir eleştiri aracı. Southern Gothic atmosferi, vampir mitosu , blues’un büyüsü ve dönemsel dramayı harmanlayan film, hem tür sinemasına göz kırpıyor hem de derin bir toplumsal okuma alanı açıyor. Blues ve Kimlik Filmin kalbinde Sammie var. Eski bir blues şa...

Le Otto Montagne - The Eight Mountains - 2022

The Eight Mountains: Doğanın Mabedi, Babalığın Ağıdı Giriş: Filmin Konusu The Eight Mountains , iki çocukluk arkadaşı Pietro ve Bruno’nun hikâyesini anlatıyor. Pietro şehirde büyüyen, modern yaşamın içinde kaybolmuş bir gençtir; Bruno ise dağlarla çevrili bir köyde, doğayla bütünleşmiş bir hayat sürmektedir. Film, onların yıllar süren dostluğunu, babalarıyla olan karmaşık ilişkilerini ve doğayla kurdukları bağı izler. Zamanla bu dostluk, eksik baba figürleri ve doğayla mücadele üzerinden modern insanın varoluşsal sınavına dönüşür. Doğa: Nostalji mi, Mücadele mi? Film, doğayı iki farklı biçimde konumlandırır. Pietro için doğa bir nostalji alanıdır : şehirde yaşayan, içsel boşluğunu doldurmaya çalışan modern bireyin özlem mekânı. Dağ, onun için geçmişin saf anılarına açılan bir kapıdır. Bruno içinse doğa bir mücadele alanıdır . O, doğanın içinde yaşar, onun kurallarına göre hayatta kalır. Pietro doğayı izler; Bruno yaşar. Bu fark, modern insanın doğayla kurduğu mesa...