Ana içeriğe atla

The Descendants


Alexander Payne'in yeni filmi The Descendants için yapılabilecek en yerinde tespit "ölçülü" olsa gerek. İşine olan aşırı bağlılığı nedeniyle ailesi ile olan bağlarını zayıflatmış olan Matt, eşinin hazin bir deniz kazası geçirmesi sonucu sorunlu iki kızına bakmak zorunda kalır. Komadaki karısının kendisini daha önce aldatmış olduğunu da öğrenen Matt bir taraftanda aile mirası arazinin en iyi şekilde değerlendirilmesi için uğraşır. Daha önce de belirttiğim gibi The Descendants oldukça ölçülü bir film ajitasyona bu kadar meyilli bir hikayeyi Alexander Payne o kadar ölçülü bir şekilde dramatize etmişki tam kararında... Filmdeki mizah eksikliğini gidermek için bir karakter eklemiş tam filmi sulandıracağını düşündüğünüz sırada onu da belli bir ölçüye getirmiş. Filmin geçtiği Hawaii manzaralarının filmin dramatik hikayesini baltalayacağını ve dikkat dağıtacağını düşündüğünüz anda yine Alexander Payne sahne alıyor ve buna filmin sonuna kadar izin vermiyor. Hawaii müzikleri ise yer yer filmin dramatik atmosferine yer yer esprili bölümlerine yine ölçülü bir şekilde eşlik ediyor. 


Alexander Payne, The Descendants'la insanın acılarıyla nasıl başa çıktığını ve acıların arasından kendisini yeniden nasıl inşa ettiğini ajitasyona kaçmadan oldukça yalın fakat görkemli bir sinema diliyle "pazar sabahı" filmi tadında izleyicisine aktarıyor.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas