Woody Allen'in "Newyork" sevgisini eski yapimlarindan biliyoruz. Yonetmen son yillarda cektigi filmlerinde Londra ve Barselona 'dan sonra ise simdi de Paris'i mesken tutmus. Owen Wilson'un canlandirdigi "Gil Pender" herkesin hem fikir oldugu sekilde aslinda Woody Allen'in ta kendisi. Uzerine calistigi romaninda Gil, eskiden kalma esyalar satilan bir dukkandan bahsediyor ve gecmis donemde yasamanin iyi olacagina dair vurgulama yapiyor. Allen'in sinemasal kodlari ise bu noktada devreye giriyor ve varolusu bu hayat icerisine sinirlandirilmis, karakterlerinin ve dolayisiyla izleyicisinin hayati yasamaya deger kilacak kodlar bulmasini sagliyor. Gil karakteri; yagmurlu Paris sokaklarinda, Picasso'nun tablolarinda, Fitzgerald ve diger yazarlarla olan diyaloglarinda bu kod'un simdiyi yasamak olduguna kanaat getirirken, biz seyircilerin tesellisi ise iyi bir Woody Allen filmi izlemis olmasi oluyor...
Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…
Yorumlar