Aşk Zamanı: Dillendirilemeyen Arzunun Ritüeli
İçerisinde saniyelere gizlenmiş bir hayatı, bir aşkı barındıran; gizemli, mistik ve tumturaklı bir masal demek isterdim Aşk Zamanı için. Fakat Wong Kar-Wai, o uzun sekansları, dile getirilmeyen sözleri, söylenemeyen aşkı; yemek almak, merdiven inmek, yağmurda yürümek gibi sıradan eylemlerle örerek filmi hayatın tam ortasına yerleştiriyor.
Bir yandan da bu gündelik eylemlerin, aşkın içinde nasıl birer ritüele dönüştüğünü göstererek filme gerçeküstü bir atmosfer monte ediyor. Böylece film, izleyici için hayalle gerçek arasında gidip gelen bir imtihana; karakterler içinse, kendi nesneleriyle yaşadıkları sessiz bir hesaplaşmaya dönüşüyor.
Dillenemeyen bu aşkın beyazperdedeki sınavı, sözel anlatımın değil, sinemanın özüne —görselliğe, ritme ve kurguya— teslim oluyor. Konuşamayan, dokunamayan bu aşkın seyirciyle imtihanı ise neredeyse bir terapiye dönüşüyor. Elbette bunda filmin kusursuz görselliği ve müziklerinin payı büyük.
Ama asıl etki, aşkı arayan —ya da sonsuz aşkı arzulayan— izleyiciye sunduğu formülasyonda yatıyor.
Bu formülasyona Lacan’ın üç düzlemi üzerinden bakabiliriz: İmgesel, Simgesel ve Gerçek.
Egonun yaşam dünyası, imgesel düzleme aittir; öznenin bütünlük yanılsamasını kurduğu ve ötekiyle özdeşleştiği evreyi temsil eder. Aşk arayışını da bu bütünlük yanılsamasına, yani imgesel düzleme rahatlıkla yerleştirebiliriz.
Ne var ki, kültürel düzenin simge sistemini temsil eden Simgesel düzlem devreye girdiğinde, özne artık dilin yasasına dahil olur. Böylece imgesel bütünlük yerini, dil aracılığıyla kurulan parçalı bir özneye bırakır. Aşk da dillendiği anda, biyolojik bir itkiden kültürel bir forma dönüşür.
Gerçek ise, simgesel düzenin dışına düşen, temsil edilemeyen bir eksiklik alanıdır. Uçurumun ötesinde, arzunun hiçbir zaman ulaşamayacağı noktada konumlanır.
Filmi bu formülasyonla düşündüğümüzde, konuşamayan ve dokunamayan bu iki âşığın sessizliğinin anlamı daha da berraklaşır. Onlar konuştukları, yani simgesel düzenle uzlaşmaya başladıkları anda, aşk artık o gerçeküstü hâlini yitirecek; bulutların ötesinden inip sıradanlaşacaktır.
Nesneye ulaşmanın imkânsız kılındığı —dillendirilmeyen— bir durumda ise, özne eksiklikle özdeşleşir. Gerçeğe ulaşma çabası bir haz-ötesi deneyime (jouissance) dönüşür; acı ve haz birbirine karışır.
Ve sonunda, bir ağaç kovuğuna fısıldanan sırla, kültürel olanın sınırında —dil ile sessizlik arasında— gizli bir sözleşme imzalanır.
Yorumlar