Ana içeriğe atla

2008'de En Sevdiğim "On" Film

1 - 4 Monts, 3 Weeks and 2 Days ( 4 ay 3 hafta ve gün) : Cannes film festivalinde en iyi film ödülünü de alan yapım aynı zamanda geçen yılın en dikkat çekici yapımlardan bir tanesiydi. 80'ler Romanyasın'da geçen film Cristian Mungiu'nun yarattığı atmosferle izleyiciyi yer yer germeyi başarmıştı. Filmin sonuna doğru Otilla'yı ve izleyiciyi yemek masasına hapseden Mungiu; izleyicisine gayet acımasız davranıyordu.

2 - There Will Be Blood ( Kan Dökülecek ) : Yeni nesil Amerikan sinemacıları arasında ayrı bir yeri olan PTA'nın (Paul Thomas Andersson'un) kapitalizm ve din sentezi son filmin de ayrıntılarla dolu bir iş ortaya koymuştu. İki şeytani karakteriyle izleyici sürekli taciz eden PTA, filmin finalinde izleyicisini yere sermeyi de başarıyordu.

3 - The Dark Knight ( Kara Şövalye) : Çektiği tüm filmlerinde film-noir sularında gezen, Christopher Nolan, Tim Burton'dan hatırladığımız Gotik Batman'i ters yüz ederek noir sularına çekmişti. Yönetmen The Dark Knight ile bunu bir adım daha ileriye götürerek filmin ismiyle birlikte, karakterlerin herbirini de karanlığa gömmüştü.

4 - I'm Not There ( Beni Orada Arama) : Çok sık aralıkla film çekmeyen Todd Haynes, büyük sanatçı Bob Dylan'ın biyografisiyle uzun bir aradan sonra ortaya çıkmıştı. Sanatçı biyografilerinin anlatıldığı birçok drama nazaran kendi dokunuşunu hissettiren Haynes, Dylan'ın farklı özelliklerini farklı karakterle betimleyerek iyi bir film ortaya çıkarıyordu.

5 - Sweeney Todd : Tim Burton, fetiş oyuncusu Johny Depp'ide yine yanına alarak bir intikam-müzikal hikayesine odaklanıyordu. Her zaman ki bildiğimiz Burton çizgisinde ki filmde bu kez "gore" sahneler konusunda oldukça cömertti.

6 - Diary of The Dead (Ölülerin Günlüğü) : Ölülerin Günlüğü, çıkış noktası aynı gibi gözüksede, amatör kamerayla çekilerek gerçeklik hissiyatını izleyiciye yaşatmak ve izleyicinin röntgenleme güdüsünü törpülemeye çalışan filmlere oranla farklı bir noktada duruyordu ve Romero ustanın kameranın varlığını sürekli sorgulamasıyla günümüz "kaydetme/yayınlama" çılğınlığına bir eleştiri getiriyordu.

7 - Be Kind Rewind ( Lütfen Başa Sarın) : Çılgın fikirleri ve çılgınca filmlerine alıştığımız Michel Gondry "Lütfen Başa Sarın" ile bildiğimiz Gondry uçarılığını barındırmasa da keyifli bir seyirlik sunuyordu.

8 - No Country For Old Man : (İhtiyarlara Yer Yok) : Çoğu kişi tarafından Coen kardeşlerin en iyi filmi olarakta lanse edilen yapım "En iyi film" oscarını da almıştı. Çeşitli tesadüflerle, oluşturdukları başarılı karakterlerinin yollarını birleştiren Coenler, farklı sorgulamalarla izleyicisini sürüklüyordu.

9 - In Bruges : İki kiralık katilin Bruges'a tatile yollanmasıyla başlayan macera, şehirden nefret eden Ray'in başına gelen dramatik ve acımasız hikayesiyle; Guy Ritcie, Tarantinovari bir film olarak gözümüze çarpıyordu.

10 - Paranoid Park : Her filminde farklı deneylere girişen Gus Van Sant'ın son filmi, Christopher Doyle'un görüntü yönetimini de arkasına alarak özgün ve bir o kadar da dokunaklı bir yapım olarak karşımıza çıkıyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Chocolat

Erkan: Yemek filmlerini, seçtiğimiz film için uygun bulduğumuz konseptteki bir mekânda konuşmaya devam ediyoruz. Sıradaki filmimiz Lasse Hallström imzalı 2000 yapımı Chocolat… Chocolat filmi için Samet ile konuştuk. Kendinden biraz bahsedebilir misin? Samet: Bir senesi mutfak, iki buçuk yılı satış olmak üzere lüks bir çikolata kafe zincirinde toplam üç buçuk yıl kadar çalıştım. Geçtiğimiz mayıs ayında çikolata üzerine uzmanlaşmak için istifa ettim. Önümüzdeki dönemde çikolata eğitimleri alacağım. Şimdilerde sipariş üzerine çikolata yapıyorum ve çevremdeki küçük ölçekli kafelerin çikolata menülerine yiyecek - içecek konusunda danışmanlık veriyorum. Erkan:  Filme geçmeden önce biraz mekândan bahsetmekte fayda var sanırım. Maia Chocolates 2015 yılında kurulmuş, el yapımı çikolatalar üreten, Çengelköy ve Koşuyolu olmak üzere iki şubesi bulunan bir yer.  Filmdeki çikolatacıyla aynı ismi taşıyor. Çikolata konusunda bol çeşit sunuyorlar ve tasarım, sunum konusunda oldukça z...

Sus-mak

Mimikler tükenmiş... Kelimeler, harflere ihtiyaç duyan kelimeler ... "ünlüler" düşürmüş yüzlerini, ünsüzlere ses vermek istemez artık, "ünsüzler" kimlik bunalımında... Eller dikmiş önce göz kapaklarından gözleri; sonra birbirine bağlamış gögüste kendini sımsıkı, bir daha açılmamak üzere... Herkes bana aynı şeyi soruyor bu sıralar, ağız birliği etmişçesine... - Neden konuşmuyorsun? Ben ise; su bile içmiyorum artık, kapatıyorum ağzımı. Kurumaktan dolayı yapışıyor, mühürlüyorum dudakları. Birbirinin üzerine uzanmış iki sevgili gibi... Ve içime doğru haykırıyorum... - Susmamak için...

Star Wars - The Last Jedi

Star Wars - The Last Jedi ana hikaye (ilk iki üçleme) açısından düşündüğümüzde sorunları devam eden bir film. Bitmiş bir seriyi daha düşük kalibreli bi' hikayeyle sürdürmeye çalışması seriyi fazlasıyla yavan kılıyor. Yeni üçleme açısından olaya bakar isek; The Force Awakens'in dağınık görüntüsü yeni filmle toparlanmış gibi gözüküyor. Bunda yönetmen Rian Johnson'un etkisi büyük. Looper gibi karakter sahibi bir bilim kurgu ile aklımızda yer eden Johnson daha filmin başında Kylo Ren'in maskesini parçalayarak Kylo Ren'i Darth Vader gölgesinden, filmi ise orjinal serinin gölgesinden bir nebze olsun kurtararak kendi karakterlerini geliştirme yoluna gidiyor. Filme kattığı en büyük artı orjinal serinin keskin iyi kötü ayrımının The Last Jedi ile iç içe geçmiş ve flu bir görüntüde olması.  Rian Johnson beklentileri bu denli karşılamışken Star Wars: Episode IX'un tekrar J.J Abrams'a teslim edilecek olması ise fazlasıyla üzücü...