Ana içeriğe atla

Sinema' da Akımlar

Sinema nasıl doğdu?

Sinema, Auguste ve Louis Lumiere adında iki kardeşin keşfettiği, resimlerin arka arkaya gösterilmesini sağlayan sinematograf (cinematographe) ile Paris’te bir kafede yapılan bir film gösterisiyle başlamıştır. 28 Aralık 1895’de yapılan bu gösteride, bir trenin gara girişi gösterilmiştir. İzleyicilerin hepsi, trenin kafeye çarpacağını düşünüp, kendilerini dışarı atmışlardır. 1896’da Londra ve New York’ta gösterimler yapmışlardır. Fakat sinemanın, geleceği olmayan bir keşif olduğunu düşünüp, Georges Melies isimli, daha sonra büyük bir film yapımcı olan, Houdini Tiyatrosunda ilüzyoniste satmışlardır.
Georges Melies, kariyerinde 531 film yönetmiş olan, sinema tarihinin en önemli karakterlerinden biridir. Stop-motion ve elle renklendirme tekniklerinin kaşifidir. Lumiere Kardeşler 1903’de Autochrome isimli aleti bulana kadar, elle renklendirilmiş pek çok film vardır. Melies’in en ünlü filmi Ay’a Seyahat (Le Voyage dans la Luna) 1902 yılında çekilmiştir. Jules Verne hikayesi olan Ay’a Seyahat, ayrıca ilk bilim-kurgu filmidir. Filmdeki ana karakter Jean-Luc Dupont, Star Trek dizisinin ünlü kaptanı Jean-Luc Picard’ın da isim babasıdır.
Thomas Edison, sinema tarihi sahnesine 1893’de girmiştir aslında; ama 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar kayda değer bir film üretmemiştir. Georges Melies’in Ay’a Seyahat filmini, New York’da gösterip büyük paralar kazanmıştır ve Melies’e hiç para ödememiştir. Black Maria isimli film stüdyosunu kurmuştur. 35 mm film şeridini geliştirmiştir ve bu yöntemle Fred Ott’s Sneeze isimli filmi çekmiştir. Sinemanın bir ortam (medium) olması Edison sayesindedir.
Sinema tarihinin başlangıç noktası bu dört kişi olarak gösterilmektedir. Üçü sinemayı bir sanat olarak görmesine rağmen, Thomas Edison sinemayı bir işe dönüştürmüştür. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Amerika ve Avrupa sinemaları arasındaki fark oluşmaya başlamıştır. Amerikan sineması kar amacı güderken, Avrupalılar sinema sanatını geliştirmeye devam etmişlerdir. Yedi ana gruba ayrılan sinema akımlarının çoğu, bu sebepten dolayı Avrupa’da doğmuşlardır. Şimdi kısaca bu akımların neler olduğunu öğrenelim:
Sinemada Akımlar
1.Dışa Vurumculuk
1900’lü yıllarda özellikle Almanya, Fransa, Rusya, İsveç, Norveç ve Amerika’da görülen bu akım, normalin dışında olan, bilinç altının yansıması olarak tanımlanır.Diğer adıyla Ekpresyonizm olarak da bilinen bu akım, insanların başkaldırışlarıyla oluşmuştur. Baskıcı rejimlerde yaşayan halklar tarafından yaratılmış ve kabul görmüştür.
1919 ve takip eden 20 senede özellikle Alman sineması tarafından kullanılan bu üslup, gerçeküstü dekor, yapay rol yapma ve surreal bir dünyada geçen hikayeleriyle göze çarpar. Kaba görüntüler filme hakimdir, gerçek dünyaya ve mutlu hayata olan özlem anlatılır. Akımın en önemli filmleri şunlardır: Stellan Rye’dan Prag’lı Öğrenci, Henrik Galeen’den Golem, Otto Rippert’dan Homunculus, Robert Wiena’dan Doktor Kaligari’nin Muayenehanesi.
2. Şairane Gerçekçilik
Fransa’da doğmuş bir akımdır. En çok izleyici de gene bu ülkede toplamıştır. Şiirsellik ve gerçekçilik, akımın iki önemli elementidir. Şiirsellik, mekanlarda ve karakterlerin davranışlarında gözlemlenebilir. Islak caddelerde veya kır kahvelerinde geçen olaylarda başrollerde umutsuz katiller veya evlilikleri mutsuz geçen kadınlardır. Yasak aşklar, en çok işlenmiş konulardan biridir. Gerçekçilik ise, hayatın sertliğini vurgulamak için kullanılan polis veya gangster karakterleri sayesinde oluşur. Akımın en önemli filmleri şunlardır: Jean Vigo’dan Hal ve Gidiş Sıfır, Jean Vigo’dan Geçip Giden Çatana.
3. Yeni Gerçekçilik
İtalya’da 1945 sonrasında doğmuş olan bu akımın ana düşüncesi şudur: Genel Erkek ve kadına yönelmelidir. Gerçek hayat oluşumlarında kapının dışında çekimler yapılmalı; adeta bir belgeselle aynı tarzda olmalıdır.
Yeni Gerçekçi yönetmenler, kameralarını stüdyolardan çıkarıp sokağa taşıdılar. Doğal ışık kullanmayı tercih ettiler ve aktörler de doğaçlama rol yaptılar. Hareketli kamera ve doğa sesleri, akımı belirleyici özelliklerdendir. Senaryo olmadan, olaylar olduğu gibi görüntüleniyordu. İşsizlik ve ekonomik kaos başlıca konulardandı. Akımı belirleyen filmler şunlardır: Luchino Visconti’den Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, Rocco Kardeşlerden Almanya Sıfır Yılı, Vittoria De Sica’dan Bisiklet Hırsızları.
4. Yeni Dalga
Sadece Fransa’da yaşanmış olan bu akım, 1950 sonrasında ortaya çıkmıştır. Esas çıkış noktası, Hollywood’a rakip olmak ve sinema sanatına hakettiği saygıyı göstertmekti. Savaş sonrası kurulan CNC (Contre National Cinematographie), Fransız sinemasını epeyce canlandırdı. Çılgın Pierrot ve Ve Tanrı Kadını Yaratı gibi filmler bu akımın öncülerindendir. Yeni Gerçekçileri örnek alıp doğal ışıklar kullanmışlardır. İlk defa başka filmlere göndermeler, bu akımla yapılmıştır. “Tarantino Tarzı” denen, karmaşık kurgu ve kronolojik olmayan sahne sıralaması, ilk bu dönemde yapılmıştır. Çarpıcı geçişler ve uyumsuz sahneler vardır. Komik bir sahne, bir anda cinayetle bitebilir. Karakterler genelde toplumla çok alakalı olmayan, siyasetten ve aile kavramından uzak, öğrencilerdir. Akımı temsil eden başlıca fimler şunlardır: Alain Resnais’den Geçen Yıl Marienbad, François Truffaut’dan 400 Darbe.
5. Özgür Sinema
1956 yılında Karel Reisz ve Tony Richardson tarafından yönlendirilen, politikaya bile yansıyan bu akım, çalışan sınıfın problemleri ve sosyal içerikli konularıyla dikkat çeker. İngiliz Sinema Enstütüsü (BFIY) destekli bu akım, belgesellerle başlamış, sonra konulu filmlere geçmiştir. Akımın önemli filmleri şunlardır: Lindsay Anderson’dan This Sporting Life, Tony Richardson’dan Öfkeli Gençler.
6. Yeni Sinema
1960’lı yıllarda Brezilya’da yayılmaya başlayan bu akım, yabancı etkilerden uzak, kendi kültürüne ait film yapmayı hedefliyordu. Toplumsal sorunları, belgesel gerçekliğiyle işleyen bu akımın filmleri, her ülkede folklorik öğelerle besleniyordu. Anlatım özgürlüğü ve bağımsızlığı önemli iki elementidir Yeni Sinemanın. 1967 yılında başlayan ekonomik krizler, bu akımına darbe vurdu. Renkli karnavalları ve eğlenceli toplantıları anlatmaya başlayan yeni filmlerle akım saptırıldı. Açlığın ve tutkunun sineması olan Yeni Sinema kısa zamanda önemini kaybetti. Başlıca filmer şunlardır: Glauber Rocha’dan Kendinden Geçmiş Ülke, Antonia Des Mortes’den Fırtına, Ruy Guerra’dan Arzu Plajı.
7. Deneysel Sinema
Sinemada alışılmışın dışında yenilikler deneyen bu akım, gelenekleri takmayan bir yapıya sahiptir. Sinema tarihi boyunca varolmuş bu akım, dünyanın her yanında bulunmaktadır. Bağımsız, avangard ve yeraltı türleri bu akıma dahildir. Başlıca örnekleri şunlardır: Andy Warhol’dan Uyku, Tony Conrad’dan Kırpışma, Louis Bunuel’den Endülüs Köpeği, Viking Eggeling’den Çapraz Senfoni.
Son olarak da sinema tarihinde kilometre taşı bir-iki olaydan bahsedeceğim. 1922 yılında Fox film stüdyoları, newsreels (sinemada yayınlanan haberler) çekimlerini sesli yapmaya başladı. 1927 yılında Warner Brothers stüdyoları ilk sesli filmi çektiler: The Jazz Singer. 1932 yılında Disney stüdyoları ilk tam renkli filmi çekti: Flowers and Trees. 1937 yılında Disney stüdyoları Snow White (Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler) isimli ilk uzun metrajlı animasyon filmi üretti.

Alıntıdır...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

East Hastings

Şehrin üzerine kara bir bulut çökmüştü. Herkesin, bencilce yetişmesi gereken bir yerler vardı. Ve yüzlerinde de aynı soğuk, silik ifade… Yeni bir günün başlangıcının sevinci ve umutları, geçen günün batımıyla birlikte yok olmuştu sanki. Otobüs durakları umutsuzca bekleyişlerin yeri olurken, otobüsler bu umutsuz bekleyişlerin, umutsuz cevapları olmuştu. Reklâm panolarında anlamsızca sırıtan insan siluetleri insanları daha da mutsuz ediyordu. Megafonlardan yükselen sesler, önceden programlanmış bir günün özetini geçiyordu. İmkânların ortasında bir imkânsızlık yaşanıyordu. Burada güneş yalnızca batıyordu…

Blade Runner - 2049

Blade Runner 2049 orjinal filmin cyberpunk atmosferini post apokaliptik bir setle geliştirerek insanoğlunun yine tanrı, kimlik ve hafıza gibi sorularının peşinden koşturmuş. Denis Villeneuve temalarıyla ten uyumu yakalayan Blade Runner 2049 aynı zamanda monoton bulduğum Villeneuve'ün sinema diline ise dinamizm kazandırmış.

Ghost in the Shell

Son yıllarda sinema salonlarında siber punk hayranlarını heyecanlandıran bir hayalet dolanıyor. Blade Runner ve Ghost in The Shell gibi filmlerin yeniden çekiliyor olması büyük büyük bir heyecan dalgası yaratırken bir taraftanda sevenleri tarafından endişeli bir bekleyiş başlatmıştı. Konu bir bilim kurgu başyapıtı olunca bu endişelerin haklılık payını görmezden gelmek saçma olur. Keza Mamoru Oshii 1995 tarihli orjinal ismiyle Kôkaku Kidôtai ile ortaya bir başyapıt koymasını n yanı sıra peşi sıra sinema tarihini derinden sarsacak; The Matrix, Dark City gibi başyapıtlarında doğuşuna vesile olmuştu. Böylesi neredeyse kusursuz bir üründen yine kusursuz bir şey ortaya çıkarmak oldukça ağır bir yük. Bu ağır yükün altına ise Rupert Sanders girmiş. (Denis Villeneuve'un de Blade Runner için işi çok zor.) Orjinal animenin en önemli özelliği siber dünya, kimlik, ve cyborg'ların varoluşlarını anlamlandırma çabası üzerine oldukça yoğun ve takip edilmesi güç diyaloglardan oluşmas